Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Hocam Yahya Kemal” başlıklı yazısı

Türk Edebiyatı Aylık Fikir ve Kültür Dergisi, Aralık 1984, Sayı: 134. Taha Toros Arşivi.

Hocam Yahya Kemâl

Yahya Kemâl’i tanıdığım zaman, henüz ne yapacağımı pek iyi bilmeyen, kudretleriyle ihtiraslarının arasındaki nisbeti ölçme fırsatını bulamamış kendi dünyasını başkalarında arayan, müsbet iş olarak sadece şiiri seçmiş bir üniversite talebesiydim. Edebiyat zümresine, biraz da, hocalar arasında o bulunduğu için girmiştim. Antalya’da iken birkaç şiirini okumuştum. “Leyla” sade diliyle, “Telâki”, “İthaf” ve “Mahurdan Gazel”, “Şeref âbâd” ses ve canlandırma kuvvetleriyle üzerimde büyük tesir yapmıştı. Hâlâ bile “Leylâ” şiirini hatırladıkça, dilin kendi üzerinde dönüşlerinden doğmuş, Ingdes’ın “Pınar”ını andıran bir çeşit saf ve güzel mahlûkla karşılaşmış hissini duyarım. Onun için Yahya Kemal’in ilk dersini vereceği günü sabırsızlıkla bekliyordum. 1919 Kasım sabahında, sonradan Dergâhçılar adını alan ve kırk sene evvelin genç edebiyatçı nesli olanların hepsi, eski Zeynep Hanım konağının üst katında, şimdi Türkiyat Enstitüsü olan medresenin karşısında büyük sınıfta toplanmış onu bekliyorduk. Ali Mümtaz, Mustafa Nihat, Mehmet Halit, Oğuz, Halil Vedat, bu asrın kapısında doğanların hemen çoğu, oradaydık. Mütarekenin acıklı günleriydi. Her gün yeni bir felâket, içimizdeki yaşama kuvvetini kökünden söküp koparmak ister gibi saldırıyordu. Mahkûm bir neslin çocuklarıydık. Bununla beraber gençtik, şiiri seviyorduk. Çok zalim ışıklar arasında olsa bile istikbale ait büyük ümitlerimiz vardı.

Birdenbire kapı açıldı. (Orta boylu, yuvarlak çehreli, güzel derin bakışlı bir adam içeriye girdi. Herhangi bir mesleği namus ve haysiyetle kabul edecek genç bir adamdı bu. İyi ve otoriteli bir memur olabileceği gibi, sekiz asır cemaatimizin bel kemiği olan, o temiz işçi ve rahat vicdanlı zanaatkârlardan biri de olabilirdi. Hususi hiçbir itinası yoktu. Temiz traş olmuş, temiz giyinmişti. İlk işi fesini çıkarıp masaya koymak oldu. Saçları sonuna kadar, olduğu gibi ikiye taranmıştı. (Güzel, tombul, işçi elleri vardı.)

Evet, hiçbir harikuladeliği yoktu. Belki çehre, vücût, hepsi bozulmak üzere olan bir muvazene ifşa ediyordu. Fakat konuşmaya başlayınca iş değişti. Bize o gün Alfred de Vingy’den bahsetmişti. Bu hiç de alışılmış bir ders takriri değildi. Ustası olduğunu sonradan öğrendiğimiz cümbüşlü ve değişik konuşmalardan biri de değildi. Çünkü, arada kürsü denen şey, onun getirdiği ikilik, bir dinleyici kütlesi fikri, onunla temasın doğurduğu hususî vaziyet ve psikoloji vardı. Hiç de mânasında hatib değildi. (Rahat, biraz fazla jestli ve zengindi. Bize bakarak, bize hitab ederek sanki kendisini arıyordu.) Pek az sonra herhangi bir dersi dinlemediğimizi, daha doğrusu bir düşüncenin solosunu seyrettiğimizi anladık. Yahya Kemal’in düşüncesi, önümüzde bir çeşit Nijisky olmuş, “Kurdun Ölümü”nü, daha doğrusu, arkasında bütün bir tarihten ve ıztıraplarımızdan bir fon, İstiklâl Mücadelesinin acıklı ve şerefli raksını yapıyordu.

Belli ki, konuşurken buluyordu; ve bulduğu şey bizimle beraber onu da tesiri altında bırakıyor, coşturuyor, kızıştırıyordu. Nedim, Nef’i Galib, Milli Mücadele, hürriyet ve istiklâl aşkı, Alfred de Vigny’nin şiirinin çerçevesinde, ıssız ormanda ayışığında, yaralarını yalayarak sessiz ölen kurdun etrafında çok tabiî unsurlar gibi toplanmıştı. Bir şimşek parlıyor, biz Mustafa Kemal’i, Anadolu dağlarında yorgun orduyu toplar görüyorduk; bir başka şimşek ışığı daha, ömründe bir kere bile gülmek fırsatını bulmamış kadınlar ve yetim çocuklar, bakımsız, viran, şehirler, işgal altında İzmir ve İstanbul, boynunu bükmüşler kurtarıcı bekliyorlardı. Ve böylece birbiri peşinden gelen parıltılar arasında insan talihine, insan haysiyetine, ölüme, aşka açılıyor, yıkılmış imparatorluğun enkazı arasında yaralı vatana sarılıyorduk.

Ders olarak itiraf etmeli ki, biraz karışıktı. Yahya Kemal’in düşüncesi mekân gibi zaman da tanımıyordu. Daima terkibin peşinde koştuğu için bütün milli tarih, insan evolution’u ile beraber ordaydı. Malazgirt muharebesi İstanbul fethiyle; Millî mücadele Fransız ihtilâliyle omuz omuzaydılar.

Zil çaldı. Sınıf boşalacağı yerde biraz daha doldu. İki taraflı manyatizma biraz daha arttı. Filhakika o bizi zekâsıyla, düşüncesinin yeniliği ile büyütüyordu. Biz ona dikkatimizle, heyecanımızla durmadan istihlâk ettiği bir çeşit ibtidai madde hazırlıyorduk. Bu ilk derste başından itibaren not almağa hazırlanmış, eli sarı kâğıtlı kalın defterinin üzerinde, başlıyacağı noktayı bir türlü bulamadan bekleyen bir arkadaşımın hayretini hâlâ hatırlarım. Bu, birkaç sene evvel, ölümüne Yahya Kemal’in de bizler gibi yandığı, Bursa Askerî Lisesi edebiyat öğretmeni dostumuz Zekâi idi.

Bu ilk ders bilhassa biz edebiyatçılar için kat’i olmuştu. Hocamızı bulmuştuk. Daha o gün koridorda kısa bir konuşmamız oldu. Ertesi hafta aynı şey tekrarlandı. Bu sefer elimde gizlemeyi unuttuğum bir Jean Moreas vardı. Yahya Kemal kitabı elimden aldı. Gençliğinden bir şeye bakar gibi baktı, karıştırdı. “Güzel ama sizin için daha erken, dedi. Klâsikleri okuyun, sırasıyla okuyun. Ve her muharriri tekmil okuyun!” Hakikatte yolumuzu kısaltmayı istiyordu. Bir iki hafta sonra aramızdaki talebe ve hoca münasebeti daha genişledi. Bugün için garip görülecek, fakat şevk ve hız verme itibariyle belki her dersten faydalı bir seminer çalışması başladı. Ders biter bitmez, ya fakültede boş bulduğumuz küçük bir odaya çekilir, yahut beraberce bir kahveye giderdik. Nuruosmaniye’yedeki İkbal kıraathanesini öğrenince pek sevdi. Bu kahve o zamanki Yüksek Muallim’e yakındı. Sonra Sultan Ahmet’teki setli kahvelere alıştık. Arasıra Beyazıt’ta, sonradan Hasan Efendi adında birinin bakkal dükkânı olan ve o zamanlar Dârültâlim heyetinin haftada bir kere musiki konseri verdiği derince bir kıraathaneye de giderdik. İktisadı çöküşler ve İstanbul’un bitmez tükenmez imarı, şehri henüz kahvesiz bırakmamıştı ve genç edebiyatçılar da bira ile sandviç yiyerek konuşmaya alışmamışlardı.

Kız arkadaşlarımız bu kahvelerde de beraber bulunamadıkları için bayağı üzülürlerdi. Daha sonraları geceleri de aynı kahvelerde buluştuk. Kahve zevki, Yahya Kemal’de Paris’teki talebeliğinden kalmıştı. Zaten birçok itiyadları, jestleri düşüncesi gibi oralıydı. Jestlerinde Fransa tiyatrosunun, Fransa şansöniyelerinin tesiri vardı. Biraz kısa kollarını açıp size doğru “Aziz filân” diye ilerlemesi, hitap şekilleri, hattâ şiir okuyuş tarzı, tenkit ve muhakeme, hepsi Fransız, hattâ Paris’liydi. Meseleler ve heyecanın kaynağı bizdik. Nükte çok defa eski şiirin gazetesi olan aruzla gelmesine rağmen, arkasındaki dikkat Avrupa’lıydı.

Türk Edebiyatı Aylık Fikir ve Kültür Dergisi, Aralık 1984, Sayı: 134. Taha Toros Arşivi.

Benzer yazılar

Aramak istediğinizi üstte yazmaya başlayın ve aramak için enter tuşuna basın. İptal için ESC tuşuna basın.

Üste dön