“Arkadaşlarının anılarından Cahit Sıtkı Tarancı”

Milliyet Sanat Dergisi, 200, 1976, s. 6-9, Taha Toros Arşivi.

Arkadaşlarının anılarından Cahit Sıtkı Tarancı

Sabahattin Kudret Aksal

Öyle günler vardır ki bizde onlardan belirgin çiz­gileriyle resimler kalır. De­nilebilir ki, o resimler sade­ce çizgiler de değildir, yan­sıttıkları zamanın renkleri­ni, kokularını, seslerini de korurlar. Cahit Sıtkı’yı ta­nıdığım akşamdan da usumda böyle bir resim kaldı, hiç de solmadı. Bu­nun bir nedeni, belki de, o resmin benim çocukluk günlerimin geçtiği görü­nümleri kapsamasıydı. Ço­cukluğumuzun mahalleleri­ni, sokaklarını, o gün için çok olağan buluruz, ama uzun bir zaman geçtikten sonra görürüz ki onlar masalsı bir kimliğe bürünüvermişlerdir. Şimdi uzaktan bakıyorum da, Cahit Sıtkı’­yı ilk gördüğüm 1938 ilk­yazının bir akşamında Be­şiktaş çarşısı bana öyle görünüyor. O gecenin Be­şiktaş çarşı meydanından bende kalan izlenim yoğun bir aydınlıktır. Balıkçıların, manavların, sebze ve meyva tezgâhlarının kümelen­diği çarşı meydanı, loş köşelerden, sokak araların­dan bakılınca bol ışıklı bir tiyatro sahnesi gibiydi. Kuşkusuz bu aydınlık ne sokak lambalarıyla, ne de vitrinlerden yansıyan ışık­larla sağlanmıştı. Satıcılar, dükkânlarının önünde, tez­gâhlarında yaktıkları sayı­sız mumla, karpit lambala­rıyla çarşının gecesini gün­düze çevirmişlerdi. Bir de oracıkta, kapısıyla camları açık, dar, uzun bir meyha­ne. Dışarıya, sokağın orta­sına dek insanın içini bayıl­tan bir anason kokusu vu­ruyordu. Uzaktan vuran bu anason kokusunu çocuklu­ğumdan beri sevmiştim. Rakıların baygın kokusu on metre öteden duyulurdu. Rakılar daha bozulmamıştı. Daha sonra, bir bozulma döneminin başladığını Ok­tay Akbal bir kitabının adıyla ne güzel vurgulaya­caktı: Önce Ekmekler Bo­zuldu.

Meyhanenin önünde du­ran Cahit Sıtkı’yı hemen tanıdım. Üstünde bir pardesü vardı, yakasına da bir papatya iliştirmişti. O gün Cumhuriyet’te Papatya adlı bir öyküsü yayınlanmıştı. Benim hısımım, onun da Mülkiye’den sınıf arkadaşı olan ortak bir tanıdığımız bizi tanıştırdı. O, ünü gün­den güne yayılan genç bir ozan, bense sadece bir şiir okuruydum. Şiir yayınla­maya yeni yeni hazırlanı­yor, özeniyordum. Nitekim birkaç ay sonra da ilk şiirim onun aracılığıyla yayınlana­caktı. O gece Cahit Sıtkı’yla kırk yılın tanışığıymışız gi­bi söze girdik. Zaman geç­tikçe, yeni tanıdığı genç ozanlara gösterdiğini sapta­dığım yakın ilgiyi gördüm. Konuşmamızdan anımsadı­ğım, şiirde yoğun bir anla­tımın, dizeyi düzgün söyle­menin üstünde durduğuy­du. Sözü döndürüyor dolaş­tırıyor, bu kavramlara ge­tiriyordu. Dize, sözcüklerin sıkıştırılmış bir düzeni ol­malı bir solukta söylenmeli, diyordu. Orhan Veli’nin, Melih Cevdet’in, Oktay Rıfat’ın ölçüsüz uyaksız, im­geden arınmış, yalın bir anlatıma yönelmiş şiirleri yeni bir aşamaydı şiirimiz için, ne düşündüğünü öğ­renmek istedim. O şiirleri ilginç buluyordu ama be­nimsediği birimlere uyma­dığını saklamıyordu. Kısa bir süre sonra bu ozanları çok seveceği de bir ger­çektir. Cahit Sıtkı için o yıllarda biçim, ölçünün uya­ğın sınırlamasıyla vardı. Ondokuzuncu yüzyılın Fransız şiiriyle kişiliğimi oluşturmuştu. Aradan bir­kaç yıl geçicince, o da ölçüsüz uyaksız yeni bir anlatımı şiirinde denemek istedi. Ama bu denemeden kazançlı çıktığını da söyle­yemem. Diyebilirim ki Ca­hit Sıtkı ölçüyle uyağın yasağından yararlanarak duygusallığını önleyebilen, ancak bu yasaklarla yoğun dizeye ulaşabilen ozanlar­dandı. Bu yargıyı bir kına­ma sözü gibi anlamamak gerektiğini, ozanın kendine özgü bir tutumunu belirt­mekten başka bir anlama gelmediğini eklemek iste­rim. Kendisi de bunu anla­mış olmalı ki, bir serüvenlik zamandan sonra, şiirini öl­çüyle uyağın sınırlarının ardına çekti. Gerçekten de öyle, Cahit Sıtkı’yı ölçülü uyaklı şiirleriyle düşünmek gerekir. Şimdi, aradan bun­ca zaman geçtikten sonra, en özgün, en yoğun, alı­şılmış duyarlıkların uzağın­da kalan, güçlükleri yen­meyi en çok denemiş şiirleri hangileridir diye düşünü­yorum? Şiirimizden seçme­ler yapsaydım ondan hangi şiirleri alırdım? Söyleye­yim: Sanatkârın Ölümü, Allahı Ararken, Şubat Gü­nü, Gençlik Böyledir İşte, Serenad, Nedim’e Dair, Me­zarlık adlı şiirleri olurdu.

Ayrılırken, “Avni Atasoy’u tanıyor musun?” diye sordu. ‘‘O da Beşiktaş’ta oturuyor. Hikâyeci.” Avni Atasoy’u tanıyordum ama hikâye yazdığını bilmiyordum. Bize bir aşırı sokakta oturuyordu. Bildiğim sade­ce, serkeşçe bir çocuk oldu­ğu ve öğrenimini yarıda bıraktığıydı. Sonra Serseri adlı bir öykü kitabı çıkardı. Çok erken, birkaç yıl sonra da öldü. İki üç gün sonra, bir pazar sabahı, Avni bana o gün Vişnezade parkında Cahit Sıtkı’yla buluşacak­larını, benim de gelmemi istediklerini söyledi, öğle­den sonra üçümüz buluş­tuk. Çok ılık bir nisan günüydü. Ara sokaklardan Ihlamur yoluna indik. Di­kilitaş , Mecidiyeköyü’nün Beşiktaş’a bakan arka sırtları fulya tarlası ve dut­luklardı. Pazar günleri, ilk­yazda, buralarda gezmeye çıkılırdı. Eski İstanbul’un küçük, tahta evlerinin sıra­landığı sokaklardan geçtik, iki üç ev arayla gene büyük bahçeler vardı. O sokakla­rın apartmanlarla dolduğu­nu görmek için en azından daha yirmi beş yıl beklemek gerekiyordu. Yangın yerleri bile biraz salkım, erguvan kokardı. Dikilitaş’a, fulya tarlasına, dutluklara doğru yöneldik. Ağır, basınçlı ha­va üçümüzü de yormuştu. Dönüşte bizim eve geldik, oturduk. Söz, o gün nerden açılırsa açılsın, şiirde dü­ğümlendi. O güne dek, kısa bir süre için okulda öğret­menim olan ve sık sık ders dışı, edebiyat üstüne soru­lar sorup yanıtlar aldığım, bir öğrenci özlemiyle küçü­cük tartışmalara girdiğim Ahmet Hamdi Tanpınar’ı bir yana bırakırsanız, bir ozanla konuşmamıştım. Ca­hit Sıtkı da genç kuşağın önde gelen adlarından biriy­di. Hangi ozanları beğen­diğini merak ediyordum. Sordum. Düşünmeden Ah­met Muhip’in adını söyledi. Sonra, tümcesine bizim ar­kadaşlardan da diye baş­layarak bir iki ad daha saydıysa da o anımsamala­rın, bir dostluk yansıması olduğunu sezdim. Ahmet Muhip’in “Vakit Dar Olsa Gerek” adlı şiirini okudu. O şiiri bilmiyordum, çok sev­dim. “Daha eskilerden de, Ahmet Haşim, elbette Yah­ya Kemal.” dedi. Yahya Kemal’in adını duymak be­ni şaşırttı. On sekiz yaşın­daydım. Şiirin sadece yeni imgeler, gerçeğin değiştiril­miş bir düzeninin yansıması, önerilen yeni dünyalar, belki de ne adına olursa olsun yenilik ardında koş­mak olduğunu sanıyordum. Biçim benim için bir kav­ram değil, bir sezgi, bir sağduyuydu. Yahya Ke­mal’in şiiriyse olağan bir gerçeğe yaslıydı. Şiirimizin yüzyıllarından bu yana süz­düğü, yenileştirerek sundu­ğu sesi duyamıyordum. Dü­şüncemi Cahit Sıtkı’ya söy­ledim. Cahit Sıtkı biçim kavramına erken ulaşmış bir ozandı. Bana Yahya Kemal’in şiirinin biçim yetkinliğinden söz etti. Böylece zaman yitirmeden benim usumda da biçim kavramı­nın bir soru olarak belir­mesine, kendi kendime bu soruya yanıtlar aramama yardım etti. Şiirin bir soru­nunu çözebilmek için çoğu kez soyutlama yetmiyor, kendi şiirimizden bir örnek gerekiyor. Cahit Sıtkı’nın uyarısıyla Yahya Kemal gerçeğini anladım, Yahya Kemal’le de biçim kavramı somutluğa kavuştu.

Her ozanın şiirinin ken­dine özgü nitelikleri vardır. Şimdi Cahit Sıtkı’nın şiiri­nin niteliklerinden en belir­gininin hangisi olduğunu düşünsem ne diyebilirim? Öyle sanıyorum ki, önce, o şiirin doğanın gerçeğiyle uyumlu olduğunu, bu ne­denle mantığın düzenini ko­ruduğunu söylemek gere­kir. Gerçeğe büyük bir duyarlıkla öykünür, böyle olduğu için de okurunu şaşırtmaz. Ahmet Haşim’le başlayan bizim yenilikçi şiirimizde bu türden bir ozan ya yoktur, ya da çok azdır. Ama Batıda da, bizde de, özellikle yenilenme dö­neminde, şiirin okurunu şa­şırtması, sarsması diyelim dilerseniz, ondan beklenen bir nitelik değil midir? Cahit Sıtkı’nın şiirinin gene de şaşırtıcı bir niteliği var­dır. Bence o, başarıya en çok ulaştığı şiirlerinde, yu­karda adlarını saydığım, şimdi adlarını anımsayamadığım kimi şiirlerinde erdiği yetkinliktir.

Fazıl Hüsnü Dağlarca

Cahit Sıtkı Tarancı’yla, Cumhuriyet gazetesinde, Peyami Safa’nın odasında tanıştım. Peyami Safa, o sı­ralarda “Kültür Haftası” adlı bir dergi çıkarıyordu. Dergiye şiir vermek üzere gittiğim bir cumartesi günü resimlerindeki Cahit Sıt­kı’yı koltukta oturur bul­dum. Birkaç dakika sonra birbirimize kardeş gibi ısın­mıştık. Peyami Safa’nın odasından birlikte çıktık.

Cahit Sıtkı’yı sık sık eski evlerinde görmeye gider, tek başına oturur bulur­dum. Yine bir gün Nek­tar’da (Beyoğlu’nda, Balıkpazarı sokağına girerken sağda, şimdi ayakkabı ma­ğazası olan yer) caddeye bakan bir pencerenin önün­de otururken gördüm, yanı­na gittim. Bir iki mezeyle yarım şişesini içiyordu, önünde, dört santim eninde uzunca bir kâğıt parçası vardı. Yazdığı dizeleri oku­du. Birlikte içmeye başla­dık. Cahit, şiir yazmak için yer seçmezdi. Orada da ça­lışmalarını sürdürüyor, arada bir önündeki kâğıdı alarak bir sözcüğü ya da bir dizeyi değiştiriyordu. Şiir yazarken en çok dilin gele­neksel sağlığını gözettiğini seziyordum. Bir sözcüğün bunca yıldan beri nerelerde kullanıldığını, nasıl kulla­nıldığını araştırıyor, o dil esenliğini bulmak istiyordu.

Bence, Cahit Sıtkı’nın şiirdeki gerçek başarısı budur. Belki otuz içkievinde, onun yukarda anlattığım biçimde şiir yazdığım görmüşümdür.

Ölümünün 20. yıldönü­münde, rahmetli kardeşimi sevgiyle anarım.

Mehmet Kemal

Ankara’da Ulus’un yav­rusu sayılan bir “Akşam Haberleri” gazetesi çıkardı. O günlerin parasıyla sanı­yorum ya bir kuruşa, ya iki kuruşa satılırdı. Dairede işini bitiren Cahit Sıtkı Tarancı, Posta caddesindeki meyhaneye gelirken bu ga­zeteden bir tane alır, önce haberleri okur, sonra bilme­ceyi çözümlerdi. Pencereye yakın köşeye bakanlar Ca­hit Sıtkı’yı önünde kadehi bu gazete ile başbaşa görür­lerdi.

Hüseyin Şahsuvar, İs­tanbul’un tanınmış bir gazetecisiydi. Askerlik dolayısıyle yolu Ankara’ya düşmüştü. Bir yandan as­kerliğini yaparken, bir yan­dan da bu “Akşam Haber­leri” gazetesinde çalışıyor­du. Cahit Sıtkı’yla dost ol­muşlar, akşamları birlikte demleniyorlardı.

Cahit Sıtkı, kendisini us­ta bir bilmece çözümcüsü sayıyor ya, Hüseyin Şehsu­var’la, gazetedeki bilmeceyi sen mi erken çözeceksin, ben mi erken çözeceğim di­ye bahse tutuşuyorlar. Bil­meceyi geç çözen, erken çö­zene bir duble içki ısmar­layacak… Her gün bu bahis sürdürülüyor. Her sefe­rinde de Hüseyin Şehsuvar kazanıyor, Cahit’in her ak­şam bir kadeh içkisini içiyor.

Günlerden bir gün Cahit Sıtkı, Akşam Haberleri ga­zetesinde çalışan bir arkadaşa dert yanıyor.

“Yahu”, diyor. “Şehsuvar’la bahse tutuşuyoruz. Her seferinde o kazanıyor. Ben de bilmece ustasıyım ama, Şehsuvar kadar ola­madım.”

Gazeteci arkadaş gülü­yor.

“Ne gülüyorsun?” diye soruyor Cahit.

“Gülüyorum” diyor. “O bilmeceleri kim yapıyor, bi­liyor musun?”

“Bilmiyorum.”

“Hüseyin Şehsuvar yapı­yor.”

Cahit donakalıyor.

Cahit Külebi

Cahit Sıtkı’yle 1945 ya­zında birkaç gün için An­kara’ya gelişimde tanıştım. Birkaç ay sonra da An­kara’ya temelli geldim. Bir süre yalnız yaşadığımdan geceleri çıkma olanağım vardı. Bu durum o günün sanatçıları çevresine girmemi oldukça kolaylaştırdı. Kaldı ki, Ankara’ya gelmek iste­yişimin başlıca nedeni ço­ğunu uzaktan izlemek zo­runda kaldığım sanatçı ar­kadaşlarla daha yakın olma hevesiydi.

O sırada en etkili dostluk çemberini oluşturan Orhan Veli, Cahit Sıtkı, Şahap Sıtkı, Necati Cumalı – baş­langıçta alttan alta küçük bir direnme göstermekle birlikte – kısa sürede beni aralarına almış oldular. Hepsinin de şiirlerimi sev­meleri, ilgilerini bizlerden esirgemeyen Sabahattin Eyuboğlu ile Sayın Nahit Fıratlı’nın her zaman kapı­larının çemberimize açık ol­ması da bu dost oluşun güçlenişinde etki yaptı.

Kimilerimizle daha da yakından ilişkili olmakla birlikte, her zaman aramız­da bulunmayan Oktay Rı­fat, Ahmet Muhip, Melih Cevdet ve daha sonraki ar­kadaşlar da bu çembere ka­tılırlardı. Erol ve Dora Gü­neylerin, Bayan Roji Szabo’nun, Hikmet Birant ile Kadri Yörükoğlu’nun da ayrı bir yeri vardı. Ataç ise, her yerde hazır ve nazırdı.

Bir de, yalnızca Yeşil Fıçı’da, Şükran’da, Kürt Mehmet’te, oraların sürekli olarak “mihmanı” olan ve her gidişimizde karşılaştı­ğımız dostlar vardı. Bun­ların başında iri kıyım göv­deleri, pos bıyıkları ve ba­bacan davranışlarıyla bir­birlerine çok benzeyen Fa­hir (şimdiki ressam Aksoy) ile soyadını bilmediğim Rı­za, Galatasaray’dan Ca­hit’le arkadaş olan şimdi adım unuttuğum Verlaine burunlu biri, gece yarısnına doğru uğrayıp merhaba di­yen Şinasi (Nahit Berker) ve bir iki yıl sonra yakından tanıyıp dost olduğum Meh­met Kemal ile Salim Şengil anımsadığım arkadaşlar.

Cahit ile Oktay, Paris’ten ve savaş yıllarından gelme bir bağlantıyla birbirlerini çok severlerdi. Necati Cumalı ile ise bir süre aynı odada kalmıştı.

Cahit Sıtkı, dış görünü­şüyle her zaman iyimser ve neşeli, dokunmayıcı biçim­de şakacı ve herkes için iyilikseverdi. Ufak tefek, zayıftı. Bir uzak doğuluya benzeyen yüzü her zaman çok temiz ve güzeldi. Ol­dukça “harâbati” olan böy­le birinin o denli temiz olu­şuna gerçekten şaşardım. Peyami Safa’da ve onun hayranlarında da görüldüğü üzere Fransızca deyimler kullanmaktan hoşlanır, iç­kiyi sanki ilaçmış gibi her derde deva sayardı, örneğin ben zayıftım. Bunun her akşam içmeyişimden ileri geldiğini söylerdi. Ge­nellikle herkes yeni şiirlerini birbirlerine okurdu. Gerekli gördüğü ya da kendi şiir tutumuna uymayan nok­taları belirtmekle birlikte, özellikle, kendini henüz ka­bul ettirmemişlerin her yazdıklarını beğenirdi. Bu­nun çok iyi yürekli oluşun­dan ileri geldiğini sanıyo­rum. Kendisinin dergide çıkmış bir şiirinden söz edersem, (belki de bu yönde bana güvensizdi) “Adaş, hiç olmazsa bir mısraını şöyle” diye üstelerdi. Bi­rimiz şiirini okursa, ya da bir öyküden söz edilirse, in­ce bir espriyle karşılardı. Örneğin, “Mehmet Ali” şiirimi sık sık okuturlar­dı. Şiirin sonu şöyle bitiyor: “Zeytinyağı ve ekmek ka­dar – Kıttu hürriyet memle­kette, – Büyüdüğü zaman akranları Mehmet Ali’nin – Her şey bol olur elbette.” Şiiri bitirirken Cahit’in ne diyeceğini bilirdim. “El­bette, adaş!”, diye bağırır­dı, “Elbette!”.

Herkesin bir tür şiir oku­yuşu vardı. Orhan’ın şiirleri insanın utanıp sıkılmadan okuyacağı türden olduğu kadar, kendisi de bunları ağır ağır şiirselliğe kaç­madan, küçük bir alaycı ba­kışla ve o güzel sesiyle okurdu. Yeri düşmüşken belirteyim ki, Orhan Veli, şiirlerinde ve düzya­zılarında vermeye çalıştığı izlenimin tam tersine, ta­nıdığım insanların en dü­zenlisi, akıllısı ve kibarıydı. Necati, gözlerini yumarak okurdu. İçimizde en gen­cimiz oydu. Cahit ona “ma­cuncu!” demekten hoşlanırdı. Ben bir “marifet” işlemiş gibi sırıtarak okuduğumdan, arkadaşlar, “Külebi, ölümden söz eder­ken bile gülüyor” derlerdi. Ya Cahit nasıl okurdu: Dili o denli seven, kimi sözcük­leri dua gibi yineleyen Ca­hit, bugün anımsadığıma göre, okurken abartmazdı. Ama, ibadet eder gibi belli belirsiz bir duygulanma ile ve her zaman üstüne basa basa okurdu. Ne duygusal­dı, ne gülünç.

Cahit’le anılarımız bun­lardan ibaret değil elbette. Ne var ki, Oktay Rifat ve Necati Cumalı’nın anıları oranında zengin de değil sa­nırım. Çok iyi kalpli, cö­mert ve neşeliydi. Hiç kim­seyle dargın olduğunu, hattâ olabileceğini sanmı­yorum. Her zaman pa­rasızdı, ama kendi çevresin­de onurlu ve iyi yaşardı. Şiirlerinde kötümser, ya­şamında iyimserdi. Bekâr­lığın yoksunluğunda temiz giyinir, eli yüzü temiz ge­zerdi. Meyhanelerin onun için iş yerinden daha ciddî­ye alınır olduğu kanısında­yım.

Atatürk Bulvarında bir odada oturduğu sırada bir gece, Orhan, Necati ve ben Ulus’tan, Zafer Meydanı’na dek yürüdük. Orhan herke­si çağırıyor, duvar dip­lerine “çelenk” yapalım, di­ye.. Ben çekiniyorum. Or­han bir 35’lik rakı daha aldı. Cahit ev sahibinden korku­yor. Üstelik de eli titrediği için kapıyı açamıyor. Bi­rimiz açacak olduk, ama Orhan “Ne diye kapalı yere gidiyoruz, gelin şurada parkta içelim” dedi. O sı­radaki koşullarda daha faz­la gecikemeyeceğimden ben gittim. Onlar çektiler yine kafaları.

Necati ile bir odada kal­dıkları sırada, bir pazar sa­bahı gittim. Necati hem gü­lüyor, hem üzülüyor. Cahit gece eve gelirken bir taksiye binmiş, inerken bakmış pa­rası çıkışmıyor. Kolundan Zenith altın saatini çıkarıp şoföre vermiş, “Bunu getir, paranı al” diye. Bekledi, durdu. Biraz utangaç, bir parça şaşkındı, ama, fazla aldırdığı da yoktu.

Evlenmeye, çoluk çocuk sahibi olmaya çok özenirdi. İkinci çocuğum olacakken, “Adaş” dedi, “Kız olursa adım ben koyayım, ister misin?”. Çok sevindim. Heyecanla bekledik. Oğlan oldu. Telefon edince inanmadı. “Ne koyacak­tın?” dedim. Bütün zorla­malarıma karşın söy­lemedi. “Kendi kızım için saklıyorum”, dedi. Bilindiği gibi evlendi ama, çocuğunu göremedi.

Cahit’in evlenme öyküsü hazindi. Bir bayana vur­gun. Evlenmek istiyor. Ne var ki, kızın babası da ve­zinsiz şiirler yazan, bu ne­denle de “solcu” (!) olması gereken birine kız vermek istemiyor. Ataç’ın yardımıyle o sıradaki Cumhur­başkanlığı Genel Sekreteri, Emniyet Genel Müdürü Ha­lûk Nihat Pepeyi’den Ca­hit’in “solcu” olmadığını açıklamasını rica ediyor. Kızın babasına haber verili­yor. Adam gelmiyor, “Gel­sin, söylesinler” yanıtını gönderiyor. Emniyet Genel Müdürü ise, “Ben adamın ayağına nasıl giderim” diye gitmemekte direniyor. So­nunda işi hallettiler. Cahit evlendi. İçkiye tövbe etti.

Bir, cumartesi, o gençlik günlerinde son mekânımız olan Buket’in bahçesinde oturuyordum. Baktım, Ca­hit geliyor. Masaya oturdu. Bir kadeh içti. Bir de 35’lik Yeni Rakı getirtti. Her za­manki alışkanlığınca, he­sap pusulasını özenle im­zaladı. Gitti. Haftada bir içecekmiş.

Cahit’le ilk karşılaş­mamızda “Otuz Beş Yaş” şiirini CHP şiir yarışması için yazıyordu. O sırada, Ahmet Muhip’in “Ağrı”yı yine bu amaçla hazırlarken bana karşı tutumu, benim yarışmaya girmekten ürkü­şüm, bunlar ayrı bir konu. Yalnız, Muhip özenerek yazdığı o şiiriyle yarışmaya katılmadı. Cahit ise, her dizesini ayrı ayrı bildiğimiz şiirini tamamlayarak yarış­maya girdi ve birincilik ödülünü aldı. Bugün düşü­nüyorum da, 59 yaşımda ol­duğuma bakıyor ve 35 ya­şındaki Cahit’ten bir bakı­ma utanıyorum. Ne kadar genç ölmüş, oysa ki, o şiirde hep yaşlılıktan söz etmiş ve öbür şiirlerinde sü­rekli olarak yineleyişinin tersine yetmiş yıl yaşayaca­ğını ummuştu.

Haldun Taner

Cahit Sıtkı, Galatasa­ray’da bizden dört beş sınıf yukardaydı. Rahmetli Vedad Dicleli akrabası oluyor­du. Alt sınıflara onu görme­ye gelirdi. Biz de o zaman kendisini görürdük. Okulun, Yaşar Nabi, Ziya Osman Saba ile birlikte dergilerde şiirleri basılan üç isminden biriydi. Ufacık tefecik, za­rif, çok efendi bir hali vardı. Hani teneffüste ayağına bir top çarpsa, çamurlanmasın diye ayağının ucuyla doku­nan tipler vardır ya, onlar dandı. Spor mipor yapmaz­dı.. Tertemiz giyinirdi. Kü­çücük zarif ayakları ve hep boyalı iskarpinleri vardı. Gel zaman git zaman, Diyarbakırlı Cahit, Türki­ye’nin en ünlü şairlerinden biri oldu. CHP’nin mi başka resmî bir kuruluşun mu, şimdi hatırlamıyorum, açtı­ğı bir şiir yarışmasında onun “Otuz Beş Yaş” şiiri birinciliği kazanmıştı. Yıl, sanırım, bin dokuzyüz kırk­lar hanesinde idi. Cahit Sıt­kı o tarihten sonra dillerden düşmedi. Hele “Otuz Beş Yaş” şiiri edebiyat dışı bir yaygınlığa bile erişti. An­kara’da oturduğu, yine o al­çakgönüllü çelebi kişiliğini sürdürdüğü, kendini içkiye kaptırdığı duyuluyordu. Bu içki merakı, sanırım, onun aşırı duygululuğunu biraz frenlemek uyuşturmak için başvurduğu bir araç ola­caktı. Rakı masası uzman­ları, Cahit Sıtkı’nın çok içemediğini iki üç kadehten sonra bazen masanın kena­rına yığıldığını anlatırlardı.

Kısa ömrü boyunca Türkçenin tadını çıkaran, akıllarda kalan güzel şiirler yazdı. Cumhuriyet gazete­sinde hikâyeleri de çıktı. Rainer Maria Rilke’yi ansındıran bir incelikte ve duygulukta idi bunlar. He­le çirkin, çok çirkin bir kızla flörtünü yansıtan, çirkinli­ğin şiirini çıkaran nefis bir hikâyesi vardı ki, bakın aradan otuz yıl geçtiği ve arada hiç okumadığım hal­de, bugün bile net olarak hatırlıyorum. Müstesna in­celikte, bütünüyle kendini şiire adamış bir insandı. İn­san onun hesap yaptığına, günlük alelâde şeyler ko­nuştuğuna inanamazdı. Belki de bunlardan çok uzaktı. En yakın ruhdaşı ve kafadaşı, Ziya Osman Saba idi. Bir keresinde onunla bahse girip Galatasaray Lisesi’nin arkasındaki yar­dan mahalle çocukları gibi aşağı inip yukarı çıkmış, bu tehlikeli serüven sırasında zavallı Ziya Osman’ı heye­candan öldürecek durum­lara sokmuştu. Yaşamının tek yaramazlığı belki de bu olmuştur. Yıllar sonra Ca­hit Sıtkı hastalandı, boğazı­na bir felç geldi. Her şeyi anlıyor ama konuşamıyordu. Türkiye’de uzun teda­viler fayda vermedi, o za­man DP’nin hatırlı şeflerin­den ve galiba Çalışma Ba­kanı bulunan Samet Ağaoğlu hemen harekete geçti. Politika dağdağası içinde bile sanatçılığını, sa­nat adamları ile yakınlığını kaybetmeyen Ağaoğlu, ta­lihsiz şaire elini uzattı. Onun devlet kanalıyla Viya­na’ya tedaviye gönderilme­sini sağladı. O yıllar Viyana’da bulunuyordum. Sefa­ret başkâtibi şimdiki Pekin Büyükelçimiz Adnan Bulak’tı. Adnan Bulak’ın Ca­hit Sıtkı ile iki ortak yanı vardı. O da Galatasa­raylıydı. O da şairdi. Bu­nun dışında da her Türk ay­dını gibi Cahit Sıtkı’nın şiirlerine hayrandı, saygısı vardı. Bu saygı, sevgi ve vefa ile Cahit Sıtkı klinikte kaldığı sürece bir kardeşi gibi onunla ilgilendi, ziya­retinde, saygısında kusur etmedi. Cahit Sıtkı başlan­gıçta ufak bir umut verdi ise de, orada da iyileşeme­di. Viyana’da vefat etti. Ce­nazesini havaalanından Ad­nan Bulak’la birlikte uğur­ladık. Uçağı havalandı. O zaman Varlık’a yazdığım bir yazıyı, “Uçağın arka­sından uzun uzun gözden kayboluncaya kadar bak­tık, o uçak hiç yere inmesin istiyorduk” diye bitirmiş­tim.

İşte, bugün bir çırpıda ansıyıp söyleyebileceklerim bu kadar.

Milliyet Sanat Dergisi, 200, 1976, s. 6-9, Taha Toros Arşivi.

Benzer yazılar

Aramak istediğinizi üstte yazmaya başlayın ve aramak için enter tuşuna basın. İptal için ESC tuşuna basın.

Üste dön