Varlık Dergisi’nde yer alan “Yeni sanatı nasıl buluyorsunuz?” başlıklı röportaj

Varlık Dergisi, Sayı 313, Ağustos 1946, Sayfa 7.

Meşhur köpek hikayesini bilirsiniz. Çomarın biri, ağzında bir kemikle su kenarına gelir. Suda, ağzındaki kemik, bir köpek hayali, kendi hayalini gorur. Tamah eder, bu kemiği de ele geçirmek için suya atlar. Ama işin fenası, ağzındaki kemiği düşürür. Tamamen akla, ahlaka uygun bir hikaye. Buna klasik bir hikaye de diyebiliriz. Geçenlerde bir Fransız dergisinde bu hikayenin yeni şeklini gördüm. Suya atlayan köpek biraz sonra iki kemikle kıyıya çıkıyor. Hiç beklenilmeyen, şaşırtıcı, frenkçe tabiriyle sensationnel bir netice. Sensation-duyu ile beslenen yeni edebiyatın okuyucuda sensationnel bir tesir bırakmak istediğini sanıyorum. Bu çok uzun mesele hakkında bir cümle ile şunu söyleyebiliriz. Bu günkü edebiyatta geniş manasıyla duyu baş köşeyi tutuyor.

Oktay Rıfat

Her sanatın yenisi insan ruhunun yeniye olan ihtiyacından doğar. Bu doğuş tabiî olursa bir zamanın yenisi kadar bugünün yenisi de güzeldir ve eskidiği zaman bile güzel kalır. Biz, sanat hayranları bu çesit güzellikler içinde, bir güzelden yorulduğumuz zaman öbür güzele koşabilir, klâsisizmin berraklığından gözlerimiz kamaşmışsa sembolizmin ibhamına dalabiliriz. Yunan mimarisinin tadın çıkardıktan sonra Gotik üslubunun ivicaclariyle oyalanırız, tıpkı bir yerden bıkınca can sıkıntısını başka ülkelerde gidermeye giden seyyahlar gibi…

Fakat hütün mesele bu yeniliğin tabiî bir ihtiyacın şevkiyle doğmus, devresini tamamladıktan, kemale gelditken
sonra dünyaya gelmiş olmasındandır. Zorlama, taklit, özenti yenilikler elbette ki ömürlü ve değerli olamaz. Yalnız modadan ibaret kalan ve modaya uymak için yapılan yeniliklerini, sanat dünyasını zaman zaman sarsan gerçek ve yaratıcı yenilikle bir ilgisi olmadığını söylemeye hacet yok.

Ziya Osman Saba

Zamanımızın sanat adamı, karşısında şu meseleyi buluyor: elindeki âleti, yani sanatını mı daha önce düşünsün? Yoksa kaynaşan toplumun davalarını mı?

Sanatkar, düşünen, duyan, seçen ve yaşadığı toplumu, dünyayı daha iyiye, daha güzele doğru değiştirmek istiyen bir adam olarak çevresiyle, insanlığın gidişiyle ilgilenmesin, bu olamaz. Peki, bilim adamının, politika adamının yahut daha iyi yaşama şartlarına kavuşmak istiyen halk adamının bu yoldaki çalışmalarına uygun olarak sanatkara düşen ödev nedir? Bu ödev, onun, sahip olduğu aletle, yani sanatiyle kendisini daha iyi bir dünya amacına vermesidir. Böyle olduğu için de sanatkarın, önce sanatının ustası olması gerekir. Bu ustalığa sahip olmıyan veya bu ustalığa sahip olmak yolunda yürümiyen bir sanatkar, inandığı, seçtiği yollarda bir fedai, bir nefer olabilir. Ama ona bir sanat adamı olarak hizmet etmek talihini kazanamaz. Bu talih ona dışardan da verilemez. Sanat adamı talihini kendisi yaratır .

Önce cemiyet meseleleri mi? Yoksa sanat meseleleri mi? Bence bugünkü sanatkârın yolu, en ileri, en mükemmel bir teknikle halk adamının sanatını yaratmak yoludur.

Melih Cevdet ANDAY

Sanatta yeni, eski diye bir şey kabul etmiyorum. İyi eserle kötü eser tanıyorum. Kötü eser ölü doğmuş eserdir. Öğrenilmiş kalıplar içinde, öğrenilmiş şeyler söyler, yani hiçbir şey söylemez. İyi eser, hiç eskimiyecek eserdir. İçinde sahibinin sesi, yani insanın, insanlığın sesi vardır.

Orhan VELİ

Varlık Dergisi, Sayı 313, Ağustos 1946, Sayfa 7.

Benzer yazılar

Aramak istediğinizi üstte yazmaya başlayın ve aramak için enter tuşuna basın. İptal için ESC tuşuna basın.

Üste dön