Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Altmış Beşinci Doğum Yıldönümünde Yahya Kemal ve Şiirimiz” başlıklı yazısı

Cumhuriyet Gazetesi, 2 Aralık 1949

 

Altmış beşinci doğum yıldönümünde

Yahya Kemal ve şiirimiz

—1—
1910 senelerinde, türkçe o kadar yanlış tecrübenin ve bir çıkmaz yola benziyen anlayışların gadrine uğrarken gene bir adam, arkasında hiç bir ders, kendini besliyecek bir dikkat olmadan, nasıl tekbaşına sadece kendi sezişile, o kadar hatalı göreneğin içinden sıyrılarak:


Garbın bir ucunda, son
kıyıdan en gürültülü
Bir med zamanı gökyüzü
kurşunla örtülü
(…)
Mısralarını söyliyebilir.


Dilin ortasında, bütün başlangıçlarını kendisinde bulan saf bir hareket, bir nevi oluş gibi bu iki mısraın, ve benzerlerinin doğuşuna biz, Yahya Kemalin muasırları kâfi derecede hayret edemeyiz. Onu ancak, bu şiire elli, altmış senelik bir zaman uzaklığından bakanlar anlayacaklar, bu zekâya, dil üstündeki bu dikkate neler borçlu olduğumuzu onlar söyliyeceklerdir.

Buradaki mucize, sade konuşulan türkçeyi bulmakla kalmaz, asıl şaşırtıcı taraf, bu herkesin türkçe- sinden şiirin tâ kendisi olan terkibi, o acayib büyüyü çıkarmaktır; dilimize o kadar yabancı olduğunu hergün bir kere daha tekrar ettiğimiz aruzu, vücudlerin kemik ve mafsal çatısı gibi bu dilin bünyesine en tabiî şekilde maletmekle başlayan ve (garb), (uc), (kıyı), (son)… vesaire gibi gündelik kelimelerden Neptün’ün gazabını, tabiatin med ve cezir dediğimiz o hergünlük azamet macerasının ruh hallerimizden biri yapmakla biten bütün bir keşifler silsilesidir.

Bu Homiros’a lâyık beyti söylediği zaman Yahya Kemal Türkiye’den çok uzakta, Atlantik sahillerinde dolaşan yirmi sekiz, yirmi dokuz yaşlarında bir gencdi. Gözünü dolduran o acayib ve yıkıcı ihtişamı, kulaklarına sağır edercesine dolan o büyük unsur gürültüsünü türkçede aramağa onu hangi mesud düşünce şevketti.
Ah bu iki mısraın doğuşunu, onun tesadüflerini bize anlatmış olsaydı, dilinin ucunda ve ellerinin arasında dolaştıkça değişen, ahengi, manası, kudreti artan kelimelerin birbirini arayışlarını, dikkatinin gözü altında birbirini bekleyişlerini, İlâhî çiftler halinde birleşmelerini bize hikâye etseydi ne kadar iyi olurdu.

O zaman bu kelimeden kelimeye kabaran, genişleyen ve sanki konuşma cihazımızın kuvvetlerini tüketmiş gibi bitip, sonra tekrar bittiği yerden başlayan ritmin, bu uğultulu ahengin sırrını öğrenmiş olurduk.

Nasıl oldu da bu gene adam şiirin ve edebiyatın, tabiat, eşya veya kendi ruh hallerimiz karşısında takınmak itiyadında olduğu duruşların hepsinden birden kurtuldu ve yaratıcı hareket haline getirdiği dili o andaki nesnesinin yerine koyabildi? Çünkü bu iki beyit ve devamı med dediğimiz tabiat hâdisesinin dildeki saf karşılığıdır, Fakat bir fazlasile. Yani şiir olarak.

•—2—
Arkasında bir Racine, bir Hugo, bir Baudelaire’in eserleri varken ve hepsini birden kadim lâtincenin cömerd kaynakları beslerken, dört beş milletin dilinde her sualin bir yığın aksi sada bulduğu ileriye doğru devam halinde bir tefekkürün ortasında, resim, heykel, musiki gibi eş nizamların mihrakında bir Mallarme’nin, bir Valery’nin yetişmesi kadar tabiî ne vardır?

Bunu söylerken bu şairlerin sanatlarını küçümsemiyorum? Ne de yaptıkları işin, yalnız kendileri tarafından ancak şahsî meziyet ve vasıflarile yapılabileceğini inkâr ediyorum. Sadece mükemmeliyete doğru yürüyen bir ananenin içinde yetişmekle, arkasında dayanacağı bir tecrübe olmadan yetişmenin arasındaki farkı göstermek istiyorum.

—3—
Şiirde muvaffak olmanın ilk şartı şahsî bir dil sahibi olmaktır. Şiir dile tasarruf şeklile hususiyetini kazanır. Fakat Yahya Kemalin bulduğu dil sade kendisi için değildir. O bizim dilimizi bulmuştur. Ondan evvel, onunla beraber bu işte çalışanlar elbette vardı. Fakat kendini kabul ettiren odur. Bu denmektir ki, sade dili değil şiiri de buldu.

Tevfik Fikretle Mehmed Emin Beyin çalışmalarını paylaşan bir devirde, yani türkçe iki müntehada dolaşırken o «sokağın ve evin anahtarını» buldu.

—4—
Yabancı bir dildeki okumalarımızda bizi ilk karşılayan tehlikeli cazibeye, mana dediğimiz afete kendini kaptırmadan şiirin ve dilin kaderi üzerinde düşünmek… işte Yahya Kemalin 1910 senelerinde edebiyatımızın umumî manzarasında yaptığı değişiklik!

Picasso, ben aramam, bulurum! diyor, Ne kadar doğru bir söz. Yahya Kemal aramadı. Aramak belki de biraz kaybetmektir. O birbiri arkasınca bir yığın şeyi bulan adamdır. Yeni dille ilk neşredilen manzumesi Leylâ, hakikatte bütün bir anlayış mücadelesidir.

Gece Leylâyı ayın on dördü Koyda çıplak yıkanırken gördü.
Bu ve bunu takib eden katıksız beyitlerin, yontulmuş ve şekil verilmiş mermeri andıran sade belâğati o zamanın bir çok şöhretli şairlerini şaşırtmıştı. Çünkü dili kendisi olarak görmeğe alışmamıştık.

—5—
Eski şiirimizin ananesinde çok güzel şeyler bulabiliriz. Hattâ öyle mısralar vardır ki bence şiirden beklenen sevin kendisidir. Fakat mükemmeliyet ve tamamlık fikri yoktur. Eskiler bizdeki manasile nazımla şiiri birbirinden ayırmazlardı. Şiirin cereyanı onların eserinden cok defa tesadüfen geçerdi. Belki Nedim, Nefi, Baki, Nailî gibi bir kaç şair zaman zaman bunu istiyerek elde ettiler. Fakat anlayışları, mazmunun gizli ve girift hendesesinin peşinde dolaşırdı. Onlar şekli, bir uzuvlaşma olarak değil, bir kab gibi alıyorlardı.

Şinasiden sonra gelenler mazmundan yavaş yavaş kurtuldular. Fakat bunun yerini mâna aldı. Ancak Yahya Kemalle hakikatte dil içinde bir uzuvlaşma olan şekle ereriz. Yani muayyen olmıyanda başlayan bir vüzuh noktası, manzume raksını tamamladıkça muayyen hedefi olan ve her cüz’ü aynı fonksiyonu paylaşan canlı bir varlık olur.

—6—
Kullandığı madde üzerinde düşünen, zihnini onun cihazı yapan adam. Bence büyük sanatkârın ilk Vasfı budur. Çünkü maddeyi bütün imkânlarında yıkalamak, in sanı yakalamanın ta kendisidir.

Biz Yahya Kemalin bu kudretine ömrümüz boyunca süren bir sihir ve füsunu borçluyuz. Sesin o büyük lirizmi, vuslatın herkese birden açılan cenneti, deniz türküsünün imkânsız uçuşu,
Yürü hür maviliğin bittiği
son hadde kadar!

Diye bizi kendimizi bulmağa davet eden o geniş ufuk, hayalle hakikatin hepimizin içindeki mücadelesi, ölümü aşk gibi üstün bir kader telâkki eden Üstüizm, Üsküdar Akşamları, Boğaz Saatleri, Kanlıcanın İhtiyarları, yani türkçe- nin Roc’in’inden çıkmış o Calais burjuvaları, dilimizin içinde ve hayalimizde ömürlerinin hakikatine dalmış olanlar, hepsini ona borçluyuz.

—7—

Yahya Kemali başka bir milletten bir şaire benzetmek lâzımsa Poushkin’e benzetebiliriz. Onun gibi gelecek nesillerin hesabına kapılar açmış bize dilimizle milletimizin şuurunu getirmiştir. Onun gibi, türkçeyi iki şeklinde, eski ve yeni şekillerinde kullanmıştır. Bu kıyas bizi Yahya Kemalin gazellerine kendiliğinden götürür.

Her yenilik getiren şairde eskiye bakan bir taraf vardır. Maziyi inkâr ettiğimiz an, sanat kendiliğinden durur. Kaldı ki Yahya Kemal, Fikretin konuşma dili ile ve nesir edasile getirdiği şiir anlayışının üstünden, eski şiirin en halis ve yaşaması gereken tarafını, eda ve söyleyişini yeniye nakletmesini bilmiş, böylece ilhamında barıştırdığı bir ikiliğin üstünden konuşmuştur.

Musikisile bir âlem kesilir
çalkantı
Ve nihayet görünür gök ve
deniz saltanatı
Cinsinden beyitlerle,
Aheste çek kürekleri mehtab
uyanması!}
Bir âlemi hayale dalan âb
uyanmasın

Veya:
Dünya biter o yerdeki mağlûb olur hayal
Temdidi ömre kudreti kalmaz tahayyülün!

Gibi beyitlerin birleştiği yer burasıdır.

—8—
Bütün bu şiirleri, ömrümüzün bir ebediyette açılmış bu mevsimlerin burada hep birden nasıl sayabilirim. Onlar bizim üstüste yaşadığımız ve yaşayacağımız ruh halleridir.

Daha iyisi ondan alınacak tek dersi bir daha tekrarlıyalım. Yahya Kemal tekbaşına dilimizin ortasında bir renaissance’dir. Bunu her şeyi dilde arayarak, onun üzerine eğilerek, onun nabzını kendi nabz yaparak elde etti. Bu «Şafak Saltanatı» daha keşfolmamış bir çok eşlerile beraber türkçenin içinde idi.

Evet, Yahya Kemalin en büyük dersi budur; şiir dildir.


Son şiirleri


SESSİZ GEMİ
Artık demir almak günü gelmişse zamandan,
Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan.
Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol;
Sallanmaz o kalkışta ne mendil ne de bir kol.
Rıhtımda kalanlar bu seyahattan elemli,
Günlerce siyah ufka bakar gözleri nemli.
Biçare gönüller! Ne giden son gemidir bu!
Hicranlı hayâtın ne de son matemidir bu!
Dünyâda sevilmiş ve seven nâfile bekler;
Bilmez ki giden sevgililer dönmiyecekler.
Bir çok gidenin herbiri memnun ki yerinden,
Bir çok seneler geçti; dönen yok seferinden.


RİNDLERİN AKŞAMI
Dönülmez akşamın ufkundayız. Vakit çok geç;
Bu son fasıldır ey ömrüm, nasıl geçersen geç!
Cihâna bir daha gelmek hayal edilse bile,
Avunmak istemeyiz öyle bir teselliyle.
Geniş kanatları boşlukta sim siyah açılan
Ve arkasında güneş doğmıyan büyük kapıdan
Geçince başlıyacak bitmiyen sükûnlu gece.
Guruba karşı bu son bahçelerde, keyfince,
Ya şevk içinde harab ol, ya aşk içinde gönül!
Ya lâle açmalıdır göğsümüzde yahut gül.


HAYÂLŞEHİR
Git bu mevsimde, gurup vakti, Cihangirden bak!
Bir zaman kendini karşındaki rüyaya bırak!
Başkadır çünkü bu akşam bütün akşamlardan;
Güneşin vehmi saraylar yaratır camlardan;
O ilâh isteyip eğlence hayalhânesine,
Çevirir camlan birden peri kâşanesine.
Som ateşten bu saraylarla bütün karşı yaka
Benzer üç bin sene evvelki mutantan şarka.
Mestolup içtiği altın şarabın zevkinden,
Elde bir kırmızı kâseyle ufuktan çekilen,
Nece yüz bin senedir şarkın ışık mimârı
Böyle mâmur eder ettik çe hayâl Üsküdan,
O ilâhın bütün ilhamı fakat ânidir;
Bu ateşten yaratılmış yapılar fânidir;
Kaybolur hepsi de bir an da kararmakla batı.
Az sürer gerçi fakir Usküdarın saltanatı;
Esef etmez güneşin şimdi neler yıktığına,
Serviler şehri dalar kend i iç aydınlığına.
Ezelî mağfiretin böyle bir ikliminde
Altının göz boyamaz kalpı kadar hâlisi de.
Halkının hilkati her semtini bir cennet eden
Karşı sahilde, karanlıkta kalan her tepeden,
Gece, bir çok fıkarâ evlerinin lâmbaları
En sahih aynadan aksettiriyor Üsküdarı.

Yahya Kemal BEYATLI

Cumhuriyet Gazetesi, 2 Aralık 1949

Benzer yazılar

Aramak istediğinizi üstte yazmaya başlayın ve aramak için enter tuşuna basın. İptal için ESC tuşuna basın.

Üste dön