BİR UÇAK YOLCULUĞUNDAN NOTLAR
Uçak yolculuğunun paradoksa benzeyen bir tarafı var. Surat, hareket fikrini, rahatlık ve zaman kısalığı, yolculuğu ortadan, kaldırıyor. Sanki hem Zenon’un oku, hem de onun ardasında hareketten şüphe eden düşüncenin kendisiyim. Nerde ise, Valery’nın o çok güzel şiirinde (Deniz Mezarlığı) olduğu gibi “Sadâ beni doğuruyor ve ok olduruyor.” diyeceğim. Vakıa bir yığın şey olmaktadır ve bunların olduğunu biliyorum; hattâ görüyorum. Toprak altımızdan kaydı. Hepimiz birden Lufthansa’nın karnında -Tevrat’ta ki Yunus balığının bir başka çeşidi-boşluğa asıldık. Aşağıda görebildiğim nibette dünya gittikçe küçülüyor. Ve bütün bunlar o kadar çabuk oluyor ki günlük hayatımın olduğu gibi devam ettiğini düşünebilirim. Birkaç saat sonra elimde son sıktığım ellerin sıcaklığı Münich’e ineceğim.
Fakat sür’atın yahut onu doğuran, veya ondan doğan sarsıntının tesiri altında bir takım değişikliklerin de olduğu muhakkak. Bildiğim mânasında zamandan çıkmış gibiyim. Sanki bir çeşit yarı boşlukta, her türlü devam fikri hiç olmazsa ikinci plânda kalmış, anların sadece birbirini kovalamasından ibaret başka türlü bir zamanı yaşıyorum. Bu anların her biri ayrı düşünce ve çehreler ile, ve aralarında benim olmayan, yahut ancak büyük dikkatlerle kendime mal edebileceğim fasılalarla geliyor. Benliğim bir yığın kesintiden ibaret. Hakikat şu ki, biraz ilerde, camın ötesinde mesareyi eleğimsağma renkleriyle dağıtan pervane birazda benim içimde işliyor, ve galiba daha evvel beni dağıtıyor.
Çıktığımız ilk yüksekliklerden bakılınca toprak, kübist ressamların iddiasına hak veriyor. Araya giren mesafe bütün fazlalıkları attı; eğrilikleri düzeltti; eşyada düz köşeliden veya üstüvaneden, toprak yüzünde muntazam kavisten başka bir şey kalmadı. Hattâ düz tarla çizgileri bile kavislendiler. En hazini ilk önce insanın silinmesi. Yükseklik biraz daha artınca kabartmalar da ortadan kalkıyor, o zaman dokunma duygumuzu yahut ondan gelen şeyleri kaybediyoruz. Şimdi Lufthansa’nın pençelerinde sadece ortasından çekip sürüklediği renkten ve çizgiden bir kumaş var. Sanki kübizmle abstre resmin arasındaki fasılada yasıyoruz.
Etrafıma bakıyorum, hemen herkes, acayip bir dikkat ve dalgınlığa beraberce mahkûm gibi. Bir taraftan oturduğu yere kemerle kendisini bağladığı andan itibaren bir parçası olduğu uçağın nizamına uymağa, onun atılışlarını kendi uzviyetinde benimsemeğe, bir taraftan da ister istemez kendinde hazırlanan bu madde nizamında büsbütün kaybolmamağa çalışıyor. Ve bütün bunlar yapılan işin, okunan gazetenin, fısıltı konuşmanın arasından oluyor, insan farkında bile olmadan, “Bu kadarcık mukavemet belki maddede bile vardır.” diye düşünebilir.
Şüphesiz pilotu ayırmak lâzım. İş, onu bu madde nizamına girmekten ve ona mukavemetten men ediyor. Makine ancak kendisine hâkim olanı kabul ediyor. Daha evvelki seyahatlerimden birinde Roma’ya kadar beraber geldiğimiz bir pilot “İdare etmediğim andan itibaren bende sizin gibiyim” demişti. “Ya idare ettiğiniz zaman?”
“ — O zaman iş değişir. O zaman makine ile birleşiyorum, nabızlarımız birbirimizin oluyor, fakat çok başka plânda. Mücadele etmem lâzım olan bir yığın şeyle karşı karşıya kalıyorum.” Ezelî at ve binicisi hikâyesi.
Gerçekte bir uçakta asıl yaşayan varlık pilottur. Diğer yolculuklarda hemen herkeste az çok bulunan iradeyi uçakta yalnız o muhafaza eder. O düşünür, o tereddüt eder, karar verir, hattâ gerçek mânasında o korkar. Çünkü korkunun mekanizmasını işleten psikolojik vaziyetlere bile yalnız o sahip. Meselâ otomobil yolculuğunda, toprağın yakınlığı, arabayı durdurma, kapıyı açıp atlama, filân gibi birçok ihtimal size şoförün aksiyonunu yarıda bırakmayı düşündürebilir. Kapıyı açar ve atlarım, gerisi bahtıma… Ve bu ihtimaller evin delisini azdırır, korkunun kendisini doğurur. Yine bir otomobil yolcusu birçok hareket taklidiyle âdeta makinenin hareketine iştirak eder. Büyük süratlerde hemen hepimiz arabayı taklid ederiz. Onunla beraber sağa ve sola eğiliriz, onunla beraber tehlikeyi karşılayacak tavırlar alırız. Uçak yolculuğunda ne bu imkânlar ve onların bizde hazırladığı ihtiyarilik, ne de bu uzviyetimizle harekete iştirak vardır. Tehlike ise çok defa bizim hiç tanımadığımız, bilmediğimiz cinsten oluyor. Hayır, uçak yolcusu sadece uçağın bir parçasıdır. Ve onunla beraber pilotun emrindedir.
Ev sahibi kızlar, biri inçe, sarışın, uzun boylu, siyah gözlü bir Velasquez, öbürü bazı zenginliklerini iyi gizlemiş, gürbüz bir Renoir, sağa sola gidip geliyorlar. Ruhî bir ihtiyacı tatmin ettiklerinden emin, size sokuluyorlar, üstünüze yarı anne ve biraz sevgili tavırlariyle eğilip konuşuyor ve gülüyorlar. Vâkıa bütün bu hareketlerde hafif bir sinema yok değil. Kadın üniforma giyince az çok sinema yahut mektep piyesi oluyor, öğrendikleri şeyi tatbikte fazla ısrar ve gayret göstermelerinden mi, yoksa araya kadınlığın girmesi mi? Teker teker karşılaşınca bunu pek fark etmiyorsunuz. Fakat ayrı ayrı yaradılışlarda aynı hareketlerin ve hallerin tekrarını görünce ister istemez iş aksıyor. Hakikat şu ki, modern hayat kursa fazla yer verdi. Hayatımızın yarısından fazlasını onun seri halinde imal ve istihsalleri dolduruyor.
Ne olursa olsun ben kendi hesabıma bu işten memnunum. Velasquez’im her suale cevap verirken o kadar lâtif bir şekilde üstüme eğiliyor, saçları ve cinsini seçemediğim korkusu öyle yüzüme geçiyor ki…
Yemeklerimiz gelmeğe başladı. Hepsi küçük bir tepsinin içine en kesin bir hesapla sıkıştırılmış. Vâkıa motoru bildikten, hattâ radyonuzu -ne hacet saatinizi- bir kere olsun gözünüzün önünde açtırıp tamir ettirdikten sonra bu hesaba hayret etmeğe hakkınız yok. Bununla beraber bu küçük tepsinin kıl üstünde duran muvazenesine hafif bir tehdidin karıştığı da inkâr edilemez. Çünkü makine, intizamı burada ferdî sahaya geçiriyor. Ya daha ileri giderse! Meselâ bir gün, bu güzel dünyamızda herkesin tıpkı bu uçakta olduğu gibi muayyen bir koltukta oturmağa, birkaç adımlık bir mesafede kımıldamaya mecbur olduğunu düşünün. Hattâ bu güzel kızlar gibi ancak muayyen şeyler öğrenebilir, muayyen şekilde gülmeğe, düşünmeğe, konuşmağa mecbur olabiliriz. Ufkumuz yalnız bize cebredilenden ibaret kalabilir. Doğrusunu isterseniz, bugünkü tekniğe bütün hayranlığıma rağmen, onun bize vadedilmiş bir cennetle eskisinden çok başka türlü bir Orta Çağ’dan hangisini hazırladığına henüz karar veremedim. Daha doğrusu makinenin istediği kadar -yani ona hâkim olacak, onun cebrettiklerinin üstüne çıkacak kadar- akıllı olup olamıyacağımızı bilmiyorum.
Balkanların üstünde oldukça kalın bir sis tabakasına düştük. Toprakla son bağımıza, aşağıda bizimle beraber yer değiştiren gölgemize kadar etrafımızda her şey silindi. Şimdi renksiz ve şekilsiz bir beyazlığın mahpuslarıyız.
Sis, ameliyesini aydınlığın üzerinde yaptığı için olsa gerek. Biraz da zihnin hallerine benzer. Onun için daima muhayyeleyi gıcıklar. Görüş plânlarımızı altüst eder, eşyayı değiştirir, aralarına acayip mesafeler, onları tabiî halde tanımadıkları bir yalnızlıkta karşımıza çıkarır. Hülâsa, sanatın büyüsünü, yahut nizamını günlük hayatımızda kurar. Onunla karşılaşınca ister istemez bir çeşit yaratmaya mahkûm oluruz. Hangi İstanbullu sisli mevsim sabahlarında veya geceleri yatağında o acı düdük seslerini dinlerken az çok şair değildir?
Fakat altı bin metre yükseklikte sis İstanbul sabahlarının ve gecelerinin sisi olmuyor. Etrafımızda hiçbir şey bulunmadığı için hiçbir şeyi uzaklaştırmıyor, silmiyor, değiştirmiyor. Sadece karanlıktan çok başka şekilde aydınlığın inkârı oluyor. Hattâ uçağın çok sıkı kollektif hayatı ferdî herhangi bir ihsası derinleştirmeğe imkân vermediği için bunu bile fark etmiyorsunuz. Ona sadece geçici bir ârıza gibi maruz kalıyorsunuz.
Bu yolculuktan yirmi gün evvel Trabzon’da Kadir Kaya yaylâsında aşağı yukarı 2500 metrelik bir yükseklikte -dünyanın en ârızalı yolarından biri- böyle bir sis tabakası birkaç dakika için yolumuzu kapamıştı. İki yanımızdaki çamlı tepeler birdenbire ince tüllere büründü. Sonra bu tüller kalınlaştı. Her şeyi örtü. Her an görmediğimiz uçurumlara devrilmek tehlikesi içinde kaldık. Uçak yolculusunda bu tehlike ve korku yok.
Belgrad’a yakın bir yerde sis dağıldı ve biz beyaz bulutların kurduğu güneş ve sessizlik imparatorluğuna girdik. Sanki toprağın yerini göğün ilk katlarından biri aldı. Birdenbire firuze bir göğün altında beyaz ve mavimtrak kuleler, akik rengi dağlar, karlı vadiler, kuğu boynu dereler peyda oldu. Hulâsa Ondördüncü asır resmilerinin –daha iyisi Giotto’nun adeta hendesi ve yarı tecrit peyzajlarına benzeyen bir alemdi bu.
Burada sis tabakasında olduğu gibi zihin hareketsiz kalmıyor. Beyazlığın telkin ettiği sessizlik fikrini kıracak bir yığın şey yaratmakla meşgulüm. Hatırıma durmadan Dante’nin Arat’ı geliyor. İstiyorum ki bu kulelerden birinden beyazlar giyinmiş bir katile çıksın ve İlâhiler söyliyerek yürüsün. Şu karşı dağdan çıplak ayaklı bir kadın, elinde bir zambak onları karşılasın. Fakat ne kadar beyaz var, ve rüzgârsız yükseklikte nasıl sadece güneşi kabullenerek, onun halleriyle değişerek olduğu gibi duruyorlar? İşin garibi dünyanın en mukavemetsiz maddesi olduğunu bildiğimiz halde gözün bu beyazlığı hakiki bir döşeme gibi alması. Şüphesiz bu his karlı manzaralara alışkanlığımızdan geliyor.
Bulut tarlasından sonra uçak turistik vazifesini birdenbire hatırlamış gibi toprağa yaklaştı. Altımızdaki iyi sürülmüş araziyi, köy ve kasabaları, ormanları âdeta teker teker sayarak yol alıyor. Eski Osmanlı macerasının büyük sahnelerinden biri üstündeyiz. Birkaç defa Tuna’yı atladık. Ama bu yükseklikte Tuna bizim Tuna değil, kurşun renkli ve kurşun kadar ağır akan herhangi bir su. Hattâ akmıyor bile. Altımızda kıvranan şeridin bir nehir olduğunu bildiğimiz için ve biraz da renginden biz böyle sanıyoruz. Tezkiraci Âşık Çelebi’nin Üçüncü Mehmed’e verdiği bir kasidede padişaha kulluğunu arzetmek için zincirlerini sallayarak -çünkü Macaristandan ötesinde biçare esirdi- geldiğini söylediği Tuna’yı kendi parıltısiyle ancak eski tarihlerimizde, halk şiirinde ve musikisinde, yahut Evliya Çelebimde bulabiliriz.
Altımızdaki arazi biraz daha yumuşadı, tepeler meylini azalttı, ve biz biraz daha aşağıdan uçmağa başladık. Ormanların, av ve eğlence köşklerinin parklariyle Viyana ovasının üzerindeyiz. Lufthansa hemen hepsinin etrafında bir kavis çiziyor. Bu kavislerin birinde asıl Viyana’yı, daha doğrusu, onun geniş Cartonpierre maketini yakaladı. Şimdi bir yumak gibi onu çözüyor. Ben uçaktan şehirlerin gündüz manzarasını sevmiyorum. Şehirler, ışıkların insan varlığını haber verdiği gecelerde güzel oluyor. Bütün bu şatolar, saraylar, parklar, semtler ve büyük caddeler tepeden bakılmak için yapılmadı ki.
İngilizceyi Alis’in Harikalar Memleketinde öğrendiğini sanabileceğiniz güzel bir kız, sarışın bir rüya prensesi bizi Viyana’da kalacak yolcuların işi bitene kadar turnikenin önünde tuttu. Koyu duman rengi üniforması, yan kasketi, standart tebessümü ve hareketleriyle şüphesiz o da azıcık sinema idi. Fakat hava limanı dediğimiz bu çok muasır icadda sinema duruyor, asıl yolculuk başlıyor. Evet, uçak yolculuğunun paradokslarından biri de bu. Limanlarda yolcu, seyahatte boşluğa asılmış başıboş dikkatler ve düşünceler makinesi oluyorsunuz.
Kırk sene evvel biri çıkıp, bu görmüş ve geçirmiş Viyana ovasının, Yeşilköy’ün Orly ve Corydon’un günde binlerce yolcunun inip kalkacağı, durmadan mendillerin sallanacağı, her türlü dilin ve hasretin konuşacağı hakikî bir liman olacağını söylese idi kim inanırdı? Fakat bugün bütün dünyada hava limanı diye bir şey var. Hem kendi hususiyetleriyle ve tabir caizse kendi psikolojisiyle.
Bu hususiyetlerin en göze çarpanı, dünyanın her bucağına gidecek yolcuların aynı saatte hava limanında toplanabilmesidir. Havalimanı hakikî kozmopolisidir. İkide bir oparlör üç dilde konuşuyor ve aramızda New York, Tokyo, Paris, Berlin, Hamburg, İstanbul ve Niş yolcularını ayırıyor. Kapılarından birinin önünde bir kaynaşma oluyor ve kapı, uzak ve yakın bu şehirlerden birisine bir masal kapısı gibi açılıyor. Hiçbir gidiş ve ayrılış bu kadar sessiz olamaz. Öbür garların veya limanların hiçbirinde yolcular bu kadar yalnız değildirler. Uçak yolculuğunu başından itibaren bir tecride benzeten, ona öbür dünyadan bahseden bazı fantastik piyeslerin havasını sezdiren de bu olsa gerek.
Şimdi bu satırları yazarken, biraz evvel bulut tarlasının üstünden geçerken Dante’nin Araf’ını hatırlamamın sebebini düşünüyorum. Macera daha evvel İstanbul’da, Yeşilköy’de bağlamamış mı idi? Gümrük muayenemiz biter bitmez, İstanbul’la alâkam benimle beraber yola çıkan arkadaşlarımdan ibaret kalmamış mıydı?
Uçak üstümüze sımsıkı kapanan kapılariyle bunu az çok devam ettirmişti. Yolda uğranılan hava limanları ise bu tecrit ameliyesini tekrar ederek âdeta tazeliyor. Hakikaten Viyana’da mıyız, yoksa dünyanın herhangi bir yerinde mi? Etrafımızda çalkanan Almanca bile bu herhangi bir yerdeliği gideremiyor. Yalnız içtiğim kahvenin lezzeti beni biraz buna inandırıyor.
Hava limanlarının bir hususiliği de her şeyin çok çabuk olup bitmesine alışmaktan gelen sabırsızlık. Uçak yolculuğunda her şey o kadar çabuk oluyor ve herşey evvelden öyle hazırlanmış ki, eski yolculuklardaki psikolojik sembereklerin işlemesine imkân vermiyor. Belki de işi tam tersine döndürüyor. “Ah bir kere daha… nın yerine” “aman” bir ân evvel, alıyor.
Asrın başı, şömendüfer yolculuklarının, lüks trenlerin, yataklı vagonların birdenbire varılan gürültülü ve aydınlık garlarında asrın ortası uçağın, onun sessiz geliş ve gidişlerinin hava limanlarının oldu. Fakat birincisi gibi onun şiiri ve edebiyatı daha yapılmadı. Uçak yolculuğunun ne Valéry Larbaud’su, nè de Bilaise Cendrars’ı ne Apollinaire! ve Paul Morand’ı çıktı. Acaba sür’atin fazlalığı bahsettiğim yalnızlık ve acele yüzünden insanların azlığı ve muayyen hadlerde kalışı mı, buna imkân vermiyor? Yoksa uçağın pilottan gayrısını silmesini mi? Filhakika tek uçak şairi Saint-Exupéry bize yalnız pilottan onun yalnızlığından, iradesinden ve bir de onu yetiştiren mekanizmadan, sıkı terbiyeden bahsetti. Şurası var ki, pilot bu asrın yarattığı bir kaç büyük tipten biridir. Tren yolculuğunun makinisti onun yanında yalnız Simenon romanlarını atmosferini yapan bir hayat mağlûbudur. Vâkıa iki harb arasına hükümdarlarına varılıncaya kadar, bu işe heves edenler oldu. Fakat bu heves sanki herkesin arasına karışmak, herkese benzemek içindi. Danunzio ile eski Bulgar kralı Boris’ın maceraları bana devrimizin karakterini veren bir çeşit sembol gibi göründü. Büyük İtalyan şairi havalarda ateşin takdisini ararken Kral Boris de karışık makinalar arasında herkes olmağa çalışıyor, yani krallığından istifa ediyordu. Bununla beraber, hava yolculuğu kendisine mahsus duyuları ve duygulan ile insanın içine kadar geçen boşluğu, hava limanlarının kendilerine mahsus sıcaklığı ve hüznü, bir tecride çok benzeyen acayip yalnızlığı var. Boşluğa böyle dalış, bütün alıştığımız şeylerle aramıza giren bu fasılâ bir sar’a gibi vücudumuzu kaplayan bu sarsıntı, onun arasından etrafımıza ve kendimize bakışımız, gece uçuşlarının o değişik manzaraları, Saint-Exupéry’nin çoban pilotun birinden öbürüne ziyarete gittiği sürülere benzettiği aydınlık şehirler, ay ışığı ve yıldız parıltılariyle böyle dünyasız karşılaşma elbette geleceğin şairlerine yeni duyguların yolunu açacaktır. Elbette bir gün, gece içinde kendi ışıklarıyla; başka bir yıldız gibi dolaşmaktaki acaipliği, ve harikulâdeliği birisi bize anlatacaktır. Çünkü biz sırrı ve şaşırtıcıyı kaybettikçe buluruz ve buldukça kendimizi de buluruz. Şaşırtıcı içimizdedir. Masal günlük ekmeğimiz olduğu kadar benliğimiz en tabiî ifrazıdır.
Kahvemi içtikçe kendime geliyorum. Descart’ın bir uçak yolculuğu yapmış olmasını ne kadar isterdim. “Düşünüyorum, binaenaleyh, varım.” sözü bu yolculuğun en iyi tarifi olabilir. Yazık ki insan hayatla ve eşya ile alâkasını kesince düşünce de kendi üstünde çörekleniyor.
Bizi Viyana’dan Münich’e götürecek uçağa oranın saatiyle altıda bindik. Geniş ufuk ve Viyana ovası akşama hazırlanmış, güneşin rengi değişmişti. Bal rengi bir ışık uçağın altında duran koyu kırmızıya boyanmış bir arabanın üstünde camdan bir şey gibi âdeta sesli, kırılıyordu. Bu ışık, onun gözümüze batan kırıntıları, uzaktaki ağaçların dumanlı yeşilliği, havayı dolduran makine ve yakıt kokusu, insanların sessiz gidip gelişi, hülâsa her şey tekrar günlük hayatın dışında olduğumuzu hatırlatıyordu.
Tekrar şehrin üzerinde kavisler çiziyor, tekrar din kitaplarında okuduğumuz o gökten inme cezalardan birine uğramış gibi, insansız caddeleri, apartman bloklarını, meydan ve spor yerlerini, eğlence ve av köşklerini, harblerin, felâketlerin, kuvvetle yaşanmış aşkların san’at tesadüflerinin, insan hâtırasına mal ettiği yerleri teker teker sayıyoruz. Sonra uçak birdenbire yolunu çeviriyor, behemehal yakalamak istiyormuş gibi, akşama doğru yol alıyor. O, bizim kastımızdan habersiz, her lahza başka bir mesafede, başka saatlerde rastladığımız oyununa devam ediyor. Şimdi çifte kartalıyla bir Hasburg arması, biraz sonra tuğların, bayrakların savulduğu bir cenk meydanı, yanan bir şehir oluyordu. Sür’atimiz yüzünden bitmeyen bir akşamdı bu. Bir aldanma masalına benziyen şalı, uçağın azgın boğası üstüne atıldıkça derinlere gidiyor, durmadan zemin ve şekil değiştiriyordu. Nihayet aydınlığın çeşmesi kısıldı, ve siyah bir bulutun arkasından kanlı bir göz bize uzun uzun baktı. Son bir ürperişle o da kayboldu ve yerinde kırık bir Mozart kemanını andıran o esmer bulut parçası kaldı. Ve biz kendi ışıklarımız, kendi yorgunluğumuz, menzile yaklaştığımız için yavaş yavaş içimizde canlanan kendi meselelerimizle, yumuşak ve yıldızlı orta Avrupa gecesine daldık.
Ahmet Hamdi TANPINAR
Ahmet Hamdi Tanpınar Edebiyat Müze Kütüphanesi, Tanpınar’ın Varlık Dergisi Yazıları, Varlık Dergisi, Sayı 469, 1958.