Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Bir Uçak Yolculuğundan Notlar” başlıklı deneme yazısı

BİR UÇAK YOLCULUĞUNDAN NOTLAR

Uçak yolculuğunun paradoksa benzeyen bir tarafı var. Surat, hareket fikrini, rahatlık ve zaman kısalığı, yolculuğu ortadan, kaldırıyor. Sanki hem Zenon’un oku, hem de onun ardasın­da hareketten şüphe eden düşüncenin kendisiyim. Nerde ise, Valery’nın o çok güzel şiirinde (Deniz Mezarlığı) olduğu gibi “Sadâ beni doğu­ruyor ve ok olduruyor.” diyeceğim. Vakıa bir yığın şey olmaktadır ve bunların olduğunu bi­liyorum; hattâ görüyorum. Toprak altımızdan kaydı. Hepimiz birden Lufthansa’nın karnında -Tevrat’ta ki Yunus balığının bir başka çeşidi-boşluğa asıldık. Aşağıda görebildiğim nibette dünya gittikçe küçülüyor. Ve bütün bunlar o kadar çabuk oluyor ki günlük hayatımın oldu­ğu gibi devam ettiğini düşünebilirim. Birkaç saat sonra elimde son sıktığım ellerin sıcaklı­ğı Münich’e ineceğim.

    Fakat sür’atın yahut onu doğuran, veya on­dan doğan sarsıntının tesiri altında bir takım değişikliklerin de olduğu muhakkak. Bildiğim mânasında zamandan çıkmış gibiyim. Sanki bir çeşit yarı boşlukta, her türlü devam fikri hiç olmazsa ikinci plânda kalmış, anların sa­dece birbirini kovalamasından ibaret başka türlü bir zamanı yaşıyorum. Bu anların her biri ayrı düşünce ve çehreler ile, ve aralarında be­nim olmayan, yahut ancak büyük dikkatlerle kendime mal edebileceğim fasılalarla geliyor. Benliğim bir yığın kesintiden ibaret. Hakikat şu ki, biraz ilerde, camın ötesinde mesareyi eleğimsağma renkleriyle dağıtan pervane birazda benim içimde işliyor, ve galiba daha evvel beni dağıtıyor.

Çıktığımız ilk yüksekliklerden bakılınca toprak, kübist ressamların iddiasına hak veri­yor. Araya giren mesafe bütün fazlalıkları at­tı; eğrilikleri düzeltti; eşyada düz köşeliden veya üstüvaneden, toprak yüzünde muntazam kavisten başka bir şey kalmadı. Hattâ düz tar­la çizgileri bile kavislendiler. En hazini ilk ön­ce insanın silinmesi. Yükseklik biraz daha ar­tınca kabartmalar da ortadan kalkıyor, o za­man dokunma duygumuzu yahut ondan gelen şeyleri kaybediyoruz. Şimdi Lufthansa’nın pen­çelerinde sadece ortasından çekip sürüklediği renkten ve çizgiden bir kumaş var. Sanki kü­bizmle abstre resmin arasındaki fasılada ya­sıyoruz.

 Etrafıma bakıyorum, hemen herkes, acayip bir dikkat ve dalgınlığa beraberce mahkûm gi­bi. Bir taraftan oturduğu yere kemerle kendi­sini bağladığı andan itibaren bir parçası oldu­ğu uçağın nizamına uymağa, onun atılışlarını kendi uzviyetinde benimsemeğe, bir taraftan da ister istemez kendinde hazırlanan bu madde nizamında büsbütün kaybolmamağa çalışı­yor. Ve bütün bunlar yapılan işin, okunan gazetenin, fısıltı konuşmanın arasından oluyor, insan farkında bile olmadan, “Bu kadarcık mukavemet belki maddede bile vardır.” diye düşünebilir.

  Şüphesiz pilotu ayırmak lâzım. İş, onu bu madde nizamına girmekten ve ona mukavemet­ten men ediyor. Makine ancak kendisine hâkim olanı kabul ediyor. Daha evvelki seyahatlerim­den birinde Roma’ya kadar beraber geldiğimiz bir pilot “İdare etmediğim andan itibaren bende sizin gibiyim” demişti. “Ya idare ettiğiniz zaman?”

 “ — O zaman iş değişir. O zaman makine ile birleşiyorum, nabızlarımız birbirimizin olu­yor, fakat çok başka plânda. Mücadele etmem lâzım olan bir yığın şeyle karşı karşıya kalı­yorum.” Ezelî at ve binicisi hikâyesi.

  Gerçekte bir uçakta asıl yaşayan varlık pi­lottur. Diğer yolculuklarda hemen herkeste az çok bulunan iradeyi uçakta yalnız o muha­faza eder. O düşünür, o tereddüt eder, karar verir, hattâ gerçek mânasında o korkar. Çün­kü korkunun mekanizmasını işleten psikolojik vaziyetlere bile yalnız o sahip. Meselâ otomobil yolculuğunda, toprağın yakınlığı, arabayı dur­durma, kapıyı açıp atlama, filân gibi birçok ihtimal size şoförün aksiyonunu yarıda bırak­mayı düşündürebilir. Kapıyı açar ve atlarım, gerisi bahtıma… Ve bu ihtimaller evin delisini azdırır, korkunun kendisini doğurur. Yine bir otomobil yolcusu birçok hareket taklidiyle âde­ta makinenin hareketine iştirak eder. Büyük süratlerde hemen hepimiz arabayı taklid ederiz. Onunla beraber sağa ve sola eğiliriz, onunla beraber tehlikeyi karşılayacak tavırlar alırız. Uçak yolculuğunda ne bu imkânlar ve onların bizde hazırladığı ihtiyarilik, ne de bu uzviyeti­mizle harekete iştirak vardır. Tehlike ise çok defa bizim hiç tanımadığımız, bilmediğimiz cinsten oluyor. Hayır, uçak yolcusu sadece uça­ğın bir parçasıdır. Ve onunla beraber pilotun emrindedir.

 Ev sahibi kızlar, biri inçe, sarışın, uzun boy­lu, siyah gözlü bir Velasquez, öbürü bazı zen­ginliklerini iyi gizlemiş, gürbüz bir Renoir, sağa sola gidip geliyorlar. Ruhî bir ihtiyacı tatmin ettiklerinden emin, size sokuluyorlar, üstünüze yarı anne ve biraz sevgili tavırlariyle eğilip konuşuyor ve gülüyorlar. Vâkıa bütün bu hareketlerde hafif bir sinema yok değil. Kadın üniforma giyince az çok sinema yahut mektep piyesi oluyor, öğrendikleri şeyi tatbikte fazla ısrar ve gayret göstermelerinden mi, yoksa araya kadınlığın girmesi mi? Teker teker karşılaşınca bunu pek fark etmiyorsunuz. Fakat ayrı ayrı yaradılışlarda aynı hareketlerin ve hallerin tekrarını görünce ister istemez iş aksıyor. Hakikat şu ki, modern hayat kursa fazla yer verdi. Hayatımızın yarısından fazlasını onun seri halinde imal ve istihsalleri dolduruyor.

  Ne olursa olsun ben kendi hesabıma bu işten memnunum. Velasquez’im her suale cevap verirken o kadar lâtif bir şekilde üstüme eğiliyor, saçları ve cinsini seçemediğim korkusu öyle yüzüme geçiyor ki…

Yemeklerimiz gelmeğe başladı. Hepsi küçük bir tepsinin içine en kesin bir hesapla sıkıştırılmış. Vâkıa motoru bildikten, hattâ radyo­nuzu -ne hacet saatinizi- bir kere olsun gözünüzün önünde açtırıp tamir ettirdikten sonra bu hesaba hayret etmeğe hakkınız yok. Bunun­la beraber bu küçük tepsinin kıl üstünde du­ran muvazenesine hafif bir tehdidin karıştığı da inkâr edilemez. Çünkü makine, intizamı burada ferdî sahaya geçiriyor. Ya daha ileri giderse! Meselâ bir gün, bu güzel dünyamızda herkesin tıpkı bu uçakta olduğu gibi muayyen bir koltukta oturmağa, birkaç adımlık bir me­safede kımıldamaya mecbur olduğunu düşü­nün. Hattâ bu güzel kızlar gibi ancak muayyen şeyler öğrenebilir, muayyen şekilde gülmeğe, düşünmeğe, konuşmağa mecbur olabiliriz. Uf­kumuz yalnız bize cebredilenden ibaret kalabi­lir. Doğrusunu isterseniz, bugünkü tekniğe bü­tün hayranlığıma rağmen, onun bize vadedilmiş bir cennetle eskisinden çok başka türlü bir Orta Çağ’dan hangisini hazırladığına he­nüz karar veremedim. Daha doğrusu makine­nin istediği kadar -yani ona hâkim olacak, onun cebrettiklerinin üstüne çıkacak kadar- akıllı olup olamıyacağımızı bilmiyorum.

 Balkanların üstünde oldukça kalın bir sis ta­bakasına düştük. Toprakla son bağımıza, aşa­ğıda bizimle beraber yer değiştiren gölgemi­ze kadar etrafımızda her şey silindi. Şimdi renksiz ve şekilsiz bir beyazlığın mahpuslarıyız.

  Sis, ameliyesini aydınlığın üzerinde yaptığı için olsa gerek. Biraz da zihnin hallerine ben­zer. Onun için daima muhayyeleyi gıcıklar. Görüş plânlarımızı altüst eder, eşyayı değiş­tirir, aralarına acayip mesafeler, onları tabiî halde tanımadıkları bir yalnızlıkta kar­şımıza çıkarır. Hülâsa, sanatın büyüsünü, yahut nizamını günlük hayatımızda kurar. Onun­la karşılaşınca ister istemez bir çeşit yaratma­ya mahkûm oluruz. Hangi İstanbullu sisli mev­sim sabahlarında veya geceleri yatağında o acı düdük seslerini dinlerken az çok şair de­ğildir?

  Fakat altı bin metre yükseklikte sis İstan­bul sabahlarının ve gecelerinin sisi olmuyor. Etrafımızda hiçbir şey bulunmadığı için hiçbir şeyi uzaklaştırmıyor, silmiyor, değiştirmi­yor. Sadece karanlıktan çok başka şekilde ay­dınlığın inkârı oluyor. Hattâ uçağın çok sıkı kollektif hayatı ferdî herhangi bir ihsası derinleştirmeğe imkân vermediği için bunu bile fark etmiyorsunuz. Ona sadece geçici bir ârıza gibi maruz kalıyorsunuz.

    Bu yolculuktan yirmi gün evvel Trabzon’da Kadir Kaya yaylâsında aşağı yukarı 2500 met­relik bir yükseklikte -dünyanın en ârızalı yolarından biri- böyle bir sis tabakası birkaç dakika için yolumuzu kapamıştı. İki yanımızdaki çamlı tepeler birdenbire ince tüllere büründü. Sonra bu tüller kalınlaştı. Her şeyi örtü. Her an görmediğimiz uçurumlara devrilmek tehlikesi içinde kaldık. Uçak yolculusun­da bu tehlike ve korku yok.

 Belgrad’a yakın bir yerde sis dağıldı ve biz beyaz bulutların kurduğu güneş ve sessizlik imparatorluğuna girdik. Sanki toprağın yerini göğün ilk katlarından biri aldı. Birdenbire firuze bir göğün altında beyaz ve mavimtrak ku­leler, akik rengi dağlar, karlı vadiler, kuğu boynu dereler peyda oldu. Hulâsa Ondördüncü asır resmilerinin –daha iyisi Giotto’nun adeta hendesi ve yarı tecrit peyzajlarına benzeyen bir alemdi bu.

  Burada sis tabakasında olduğu gibi zihin hareketsiz kalmıyor. Beyazlığın telkin ettiği sessizlik fikrini kıracak bir yığın şey yarat­makla meşgulüm. Hatırıma durmadan Dante’nin Arat’ı geliyor. İstiyorum ki bu kulelerden birinden beyazlar giyinmiş bir katile çıksın ve İlâhiler söyliyerek yürüsün. Şu karşı dağdan çıplak ayaklı bir kadın, elinde bir zambak onları karşılasın. Fakat ne kadar beyaz var, ve rüzgârsız yükseklikte nasıl sadece güneşi ka­bullenerek, onun halleriyle değişerek olduğu gibi duruyorlar? İşin garibi dünyanın en mu­kavemetsiz maddesi olduğunu bildiğimiz halde gözün bu beyazlığı hakiki bir döşeme gibi al­ması. Şüphesiz bu his karlı manzaralara alış­kanlığımızdan geliyor.         

 Bulut tarlasından sonra uçak turistik vazi­fesini birdenbire hatırlamış gibi toprağa yak­laştı. Altımızdaki iyi sürülmüş araziyi, köy ve kasabaları, ormanları âdeta teker teker saya­rak yol alıyor. Eski Osmanlı macerasının bü­yük sahnelerinden biri üstündeyiz. Birkaç de­fa Tuna’yı atladık. Ama bu yükseklikte Tuna bizim Tuna değil, kurşun renkli ve kurşun ka­dar ağır akan herhangi bir su. Hattâ akmı­yor bile. Altımızda kıvranan şeridin bir nehir olduğunu bildiğimiz için ve biraz da rengin­den biz böyle sanıyoruz. Tezkiraci Âşık Çelebi’nin Üçüncü Mehmed’e verdiği bir kasidede padişaha kulluğunu arzetmek için zincirlerini sallayarak -çünkü Macaristandan ötesinde bi­çare esirdi- geldiğini söylediği Tuna’yı kendi parıltısiyle ancak eski tarihlerimizde, halk şii­rinde ve musikisinde, yahut Evliya Çelebimde bulabiliriz.

Altımızdaki arazi biraz daha yumuşadı, te­peler meylini azalttı, ve biz biraz daha aşağı­dan uçmağa başladık. Ormanların, av ve eğ­lence köşklerinin parklariyle Viyana ovasının üzerindeyiz. Lufthansa hemen hepsinin etra­fında bir kavis çiziyor. Bu kavislerin birinde asıl Viyana’yı, daha doğrusu, onun geniş Cartonpierre maketini yakaladı. Şimdi bir yumak gibi onu çözüyor. Ben uçaktan şehirlerin gündüz manzarasını sevmiyorum. Şehirler, ışıkla­rın insan varlığını haber verdiği gecelerde gü­zel oluyor. Bütün bu şatolar, saraylar, parklar, semtler ve büyük caddeler tepeden bakılmak için yapılmadı ki.

 İngilizceyi Alis’in Harikalar Memleketinde öğrendiğini sanabileceğiniz güzel bir kız, sarı­şın bir rüya prensesi bizi Viyana’da kalacak yolcuların işi bitene kadar turnikenin önünde tuttu. Koyu duman rengi üniforması, yan kas­keti, standart tebessümü ve hareketleriyle şüp­hesiz o da azıcık sinema idi. Fakat hava lima­nı dediğimiz bu çok muasır icadda sinema du­ruyor, asıl yolculuk başlıyor. Evet, uçak yol­culuğunun paradokslarından biri de bu. Liman­larda yolcu, seyahatte boşluğa asılmış başıboş dikkatler ve düşünceler makinesi oluyorsu­nuz.

 Kırk sene evvel biri çıkıp, bu görmüş ve ge­çirmiş Viyana ovasının, Yeşilköy’ün Orly ve Corydon’un günde binlerce yolcunun inip kal­kacağı, durmadan mendillerin sallanacağı, her türlü dilin ve hasretin konuşacağı hakikî bir liman olacağını söylese idi kim inanırdı? Fa­kat bugün bütün dünyada hava limanı diye bir şey var. Hem kendi hususiyetleriyle ve tabir caizse kendi psikolojisiyle.

    Bu hususiyetlerin en göze çarpanı, dünya­nın her bucağına gidecek yolcuların aynı sa­atte hava limanında toplanabilmesidir. Havalimanı hakikî kozmopolisidir. İkide bir oparlör üç dilde konuşuyor ve aramızda New York, Tokyo, Paris, Berlin, Hamburg, İstanbul ve Niş yolcularını ayırıyor. Kapılarından birinin önünde bir kaynaşma oluyor ve kapı, uzak ve yakın bu şehirlerden birisine bir masal kapısı gibi açılıyor. Hiçbir gidiş ve ayrılış bu kadar sessiz olamaz. Öbür garların veya limanların hiçbirinde yolcular bu kadar yalnız değildir­ler. Uçak yolculuğunu başından itibaren bir tecride benzeten, ona öbür dünyadan bahse­den bazı fantastik piyeslerin havasını sezdi­ren de bu olsa gerek.

   Şimdi bu satırları yazarken, biraz evvel bu­lut tarlasının üstünden geçerken Dante’nin Araf’ını hatırlamamın sebebini düşünüyorum. Macera daha evvel İstanbul’da, Yeşilköy’de bağ­lamamış mı idi? Gümrük muayenemiz biter bitmez, İstanbul’la alâkam benimle beraber yola çıkan arkadaşlarımdan ibaret kalmamış mıydı?

  Uçak üstümüze sımsıkı kapanan kapılariyle bunu az çok devam ettirmişti. Yolda uğranılan hava limanları ise bu tecrit ameliyesini tekrar ederek âdeta tazeliyor. Hakikaten Viyana’da mı­yız, yoksa dünyanın herhangi bir yerinde mi? Etrafımızda çalkanan Almanca bile bu her­hangi bir yerdeliği gideremiyor. Yalnız içtiğim kahvenin lezzeti beni biraz buna inandırıyor.

    Hava limanlarının bir hususiliği de her şe­yin çok çabuk olup bitmesine alışmaktan ge­len sabırsızlık. Uçak yolculuğunda her şey o kadar çabuk oluyor ve herşey evvelden öyle hazırlanmış ki, eski yolculuklardaki psikolojik sembereklerin işlemesine imkân vermiyor. Belki de işi tam tersine döndürüyor. “Ah bir kere daha… nın yerine” “aman” bir ân evvel, alı­yor.

 Asrın başı, şömendüfer yolculuklarının, lüks trenlerin, yataklı vagonların birdenbire varı­lan gürültülü ve aydınlık garlarında asrın or­tası uçağın, onun sessiz geliş ve gidişlerinin hava limanlarının oldu. Fakat birincisi gibi onun şiiri ve edebiyatı daha yapılmadı. Uçak yolculuğunun ne Valéry Larbaud’su, nè de Bilai­se Cendrars’ı ne Apollinaire! ve Paul Morand’ı çıktı. Acaba sür’atin fazlalığı bahsettiğim yal­nızlık ve acele yüzünden insanların azlığı ve muayyen hadlerde kalışı mı, buna imkân ver­miyor? Yoksa uçağın pilottan gayrısını silme­sini mi? Filhakika tek uçak şairi Saint-Exu­péry bize yalnız pilottan onun yalnızlığından, iradesinden ve bir de onu yetiştiren mekaniz­madan, sıkı terbiyeden bahsetti. Şurası var ki, pilot bu asrın yarattığı bir kaç büyük tipten biridir. Tren yolculuğunun makinisti onun ya­nında yalnız Simenon romanlarını atmosferini yapan bir hayat mağlûbudur. Vâkıa iki harb arasına hükümdarlarına varılıncaya kadar, bu işe heves edenler oldu. Fakat bu heves sanki herkesin arasına karışmak, herkese benzemek içindi. Danunzio ile eski Bulgar kralı Boris’ın maceraları bana devrimizin karakterini veren bir çeşit sembol gibi göründü. Büyük İtalyan şairi havalarda ateşin takdisini ararken Kral Boris de karışık makinalar arasında herkes olmağa çalışıyor, yani krallığından istifa edi­yordu. Bununla beraber, hava yolculuğu kendisine mahsus duyuları ve duygulan ile insanın içine kadar geçen boşluğu, hava limanlarının ken­dilerine mahsus sıcaklığı ve hüznü, bir tecride çok benzeyen acayip yalnızlığı var. Boşluğa böyle dalış, bütün alıştığımız şeylerle aramıza giren bu fasılâ bir sar’a gibi vücudumuzu kap­layan bu sarsıntı, onun arasından etrafımıza ve kendimize bakışımız, gece uçuşlarının o de­ğişik manzaraları, Saint-Exupéry’nin çoban pilotun birinden öbürüne ziyarete gittiği sürü­lere benzettiği aydınlık şehirler, ay ışığı ve yıldız parıltılariyle böyle dünyasız karşılaşma elbette geleceğin şairlerine yeni duyguların yo­lunu açacaktır. Elbette bir gün, gece içinde kendi ışıklarıyla; başka bir yıldız gibi dolaş­maktaki acaipliği, ve harikulâdeliği birisi bize anlatacaktır. Çünkü biz sırrı ve şaşırtıcıyı kaybettikçe buluruz ve buldukça kendimizi de buluruz. Şaşırtıcı içimizdedir. Masal günlük ek­meğimiz olduğu kadar benliğimiz en tabiî if­razıdır.

Kahvemi içtikçe kendime geliyorum. Descart’ın bir uçak yolculuğu yapmış olmasını ne kadar isterdim. “Düşünüyorum, binaenaleyh, varım.” sözü bu yolculuğun en iyi tarifi ola­bilir. Yazık ki insan hayatla ve eşya ile alâ­kasını kesince düşünce de kendi üstünde çö­rekleniyor.

Bizi Viyana’dan Münich’e götürecek uçağa oranın saatiyle altıda bindik. Geniş ufuk ve Viyana ovası akşama hazırlanmış, güneşin ren­gi değişmişti. Bal rengi bir ışık uçağın altın­da duran koyu kırmızıya boyanmış bir araba­nın üstünde camdan bir şey gibi âdeta sesli, kırılıyordu. Bu ışık, onun gözümüze batan kı­rıntıları, uzaktaki ağaçların dumanlı yeşilli­ği, havayı dolduran makine ve yakıt kokusu, insanların sessiz gidip gelişi, hülâsa her şey tek­rar günlük hayatın dışında olduğumuzu hatırlatıyordu.

    Tekrar şehrin üzerinde kavisler çiziyor, tek­rar din kitaplarında okuduğumuz o gökten in­me cezalardan birine uğramış gibi, insansız caddeleri, apartman bloklarını, meydan ve spor yerlerini, eğlence ve av köşklerini, harblerin, felâketlerin, kuvvetle yaşanmış aşkların san’at tesadüflerinin, insan hâtırasına mal et­tiği yerleri teker teker sayıyoruz. Sonra uçak birdenbire yolunu çeviriyor, behemehal yaka­lamak istiyormuş gibi, akşama doğru yol alı­yor. O, bizim kastımızdan habersiz, her lahza başka bir mesafede, başka saatlerde rastladı­ğımız oyununa devam ediyor. Şimdi çifte kar­talıyla bir Hasburg arması, biraz sonra tuğla­rın, bayrakların savulduğu bir cenk meydanı, yanan bir şehir oluyordu. Sür’atimiz yüzünden bitmeyen bir akşamdı bu. Bir aldanma masa­lına benziyen şalı, uçağın azgın boğası üstü­ne atıldıkça derinlere gidiyor, durmadan zemin ve şekil değiştiriyordu. Nihayet aydınlığın çeş­mesi kısıldı, ve siyah bir bulutun arkasından kanlı bir göz bize uzun uzun baktı. Son bir ür­perişle o da kayboldu ve yerinde kırık bir Mo­zart kemanını andıran o esmer bulut parçası kaldı. Ve biz kendi ışıklarımız, kendi yorgun­luğumuz, menzile yaklaştığımız için yavaş ya­vaş içimizde canlanan kendi meselelerimizle, yumuşak ve yıldızlı orta Avrupa gecesine dal­dık.

Ahmet Hamdi TANPINAR

Ahmet Hamdi Tanpınar Edebiyat Müze Kütüphanesi, Tanpınar’ın Varlık Dergisi Yazıları, Varlık Dergisi, Sayı 469, 1958.

Benzer yazılar

Aramak istediğinizi üstte yazmaya başlayın ve aramak için enter tuşuna basın. İptal için ESC tuşuna basın.

Üste dön