Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Bugünün sanatı” başlıklı yazısı

28 Ocak 1938, Cumhuriyet Gazetesi. Hep Aynı Boşluk, s. 180-183.

Bugünün Sanatı

Ressam Picasso kendisine son araştırmaları hakkında bir fikir vermesini rica eden bir gazeteciyi “Mösyö, ben aramam, bulurum!” diye paylamış. Bu söz, ilk işittiğim zaman bir sanatkara çok yakışan mağrur jestiyle hoşuma gitmişti. Sonralan üzerinde düşününce onda zamanımız sanatının belki en zayıf noktalarından birini işaret eden istifadeli bir ders sezer gibi oldum.

Bittabi söylemeye lüzum yok ki burada kullanılan araştırma ve bulma kelimeleri ufak bir farkla hemen hemen birbirinin aynıdır. Mutasavvıfların “Beni bulmasaydın aramazdın” sözü sanata da tatbik edilebilir. Yanız şu şartla ki sanatkar bulmuş olmanın mesut vaziyetine razı olsun.

İşte bugünkü sanatkar buna razı değildir. O, sadece arama ve araştırma vaziyetinde kalmak istiyor, akacağı yolu serkeş hamleleriyle açmaya çalışan genç bir nehir gibi görünmekten hoşlanıyor. Her hal ve tavrında eğer icap ederse her şeyi yeniden ve tekrar başlamaya hazır olduğunu gösteren bir hal, bir nevi meydan okuma var. Ve bu hal, bütün muvaffak olma sırrını bizde kuracağı emniyet ve devam duygularında bulunması lazım gelen sanat için bir bakımdan hiç de faydalı olmuyor. Bugünkü sanat dünyasının en revaçlı kelimelerini tecrübe, araştırma , etüt gibi bizi daima bir olgunluktan ziyade sonu meçhul bir oluşum karşısında bulunduğumuzu hatırlatan kelimeler teşkil ediyor.

Bedii yaratışın bütün bekaret ve safiyetini adeta bir kum kağıdıyla alan ve ona bir nevi laboratuvar kokusu ve talihi veren bu kelimeler Picasso’nun hiddetine hakikaten layıktır.

Fransız muharriri Maurice Barres şimdi ismini iyice hatırlamağım bir kitabında şöyle bir fıkra anlatır: Rönesans devirlerinde yaşayan bir İtalyan kardinali akşamları sevgilisiyle sarayının bahçesinde gezerken bir bahçıvan biraz uzaktan onları takip eder ve elindeki tırmıkla ayak izlerini silermiş. Barres bu epiküryen ruhanide pek haklı olarak yaşamak sanatının bir ustasını bulur.

Bugünkü sanat bu incelikten tamamıyla gafil kalmak ister. O geçtiği yolu gizlemek şöyle dursun, onu bütün teferruatıyla ve hatta biraz da mübalağa ile göstermekten hoşlanır. Daha ileriye bile gider. Sanki bu yolun bizzat bir kıymet olması için asıl gayeyi, menzili ihmalden dahi çekinmez. Bir gitarayı resmeden sanatkar, bu gitaranın kendisi için sadece bir vesile olduğunu, asıl gayenin bu olmayıp birtakım zihni tecritler, amatörün akıl erdiremeyeceği yüksek kıratta teknik tecessüsler olduğunu göstermek için neler yapmaz, ne ince hesaplara girmez, ne derin muakalelerden geçmez ve neticede çetrefil bir araştırma içinde, sizi ışık ve gölgenin, şekillerin, renk ve çizginin karışık bir bilmecesiyle baş başa bırakıp gider.

Bütün çalışmalarının mahsulünü -alın terini hiç hatırlatmayan bir tebessümle- bize tanrıların bahçesinden toplanmış altın bir meyve gibi uzatacağı yerde yüzünün, sarf ettiği zihni gayretle gerilmiş korkunç ve azaplı çizgilerini sunar. Sanki “Bakınız, hayat benim zekamın, her türlü insanca zaafa yabancı olan menşurundan nasıl garip bir şekle giriyor. Bakınız şekillerin ve manzaraların size ne acayip haberler, duyulmamış terkipler getiriyorum.” diye öğünüyor.

Şüphesiz eskiler de sanatı bir nevi yüksek disiplin olarak aldılar, onlar da bugün sadece bir olgunluk halinde gördüğümüz eserleri vücuda getirirken bir takım tecrübelere girdiler, onların da bir yığın teknik endişeleri, hesapları vardı. Onlar da maddenin bütün sırrını yoklamaya çalıştılar ve imkansızın hudutlarında alınlarının sertliğini denediler. Aradılar, taradılar, fakat bizim sofralarına oturduğumuz zaman sadece bir lezzetle karşılaşmamız için bütün bu araştırmaları, tecrübeleri ve iç dükkan çalışmasını temiz bir hicapla gizlemeyi hiç unutmadılar. Böylece belki membaında kendileri için yalnız birtakım entelektüel tecessüslerin düz ve hendesi ifritler gibi kaynaştığı bir su; bizim için şimdi, her yıkanışımızda aşkın ve yaşamanın sırlarını yeni baştan bulduğumuz mesut ve büyülü bir ırmak oldu.

Aynı adale cehdinin mübalağası içinde görüp ayrı ayrı zevkler ve heyecanlarla seyrettiğimiz bedii rakslar yapan rakkase ile bir atlet ve akrobat arasında mevcut olan büyük farklardan biri de zannederim ki, ikincisinin kabarmış adaleleri, mütekallis yüzü ve gergin ensesiyle sarf ettiği gayreti açıkça göstermesine mukabil, birincisinin bu cehdi bütün uzviyetinden taşan üslup ve ritimle, bir nevi çalakı ve yaratma şevkiyle örtebilmesinde ve bu gayretin en gizlenemeyecek hale geldiği zaman da, bütün dikkatimizi yüzünün sakin kalan ifadesine ve mesut tebessümüne çekebilmesindedir.

Bugünkü sanat işte bunu yapmaya tenezzül etmiyor. O kendi kuvvetlerinin azami ve asgari hadlerini bir atlet huşunetiyle denemeyi daha çok seviyor, oyununu daha açık oynuyor. Bu sadece bir gurur veya teklifsizlik meselesi elbette değildir. İhtimal ki giriştiği tecrübelerin büyüklüğü onu kendi dışına çıkarıyor.

Niçin olmasın? Dünyanın en cefakar, en dasitani asrında yaşıyoruz. Elbette bugünün insanı gibi, sanat da devrinin tazyikinden hissesini alacaktır.

28 Ocak 1938, Cumhuriyet Gazetesi. Hep Aynı Boşluk, s. 180-183.

Benzer yazılar

Aramak istediğinizi üstte yazmaya başlayın ve aramak için enter tuşuna basın. İptal için ESC tuşuna basın.

Üste dön