Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Dostumuz Hasan Ali Yücel” başlıklı yazısı

UNESCO Haberleri, 1961

DÜŞÜNCELER
DOSTUMUZ HASAN ÂLI YÜCEL

Yazan:
Ahmet Hamdi TANPINAR 

Bazı dostluklar vardır ki kolay kolay yıl hesaplarına girmezler. Onlar kalbin hafızasında kendi varlıklarını kendi kanunlarıyla yaşarlar. Hasan Âlî’yi, şu anda hatırladığım gibi gerçekten 1919 yılında mı tanıdım? Yoksa bütün ömrümüz boyunca beraber miydik? İçimde kuvvetli bir taraf daha ziyade ikincisine inanıyor ve ben buna hiç şaşmıyorum. Sevgiler ve dostluklar da inançlar ve düşünceler gibi ışıklarını bütün hayata taşırlar. Zaten mazi dediğimiz şey, bizde her an yeniden teşekkül eden bir geçmiş zamana bugünün aksinden başka ne olabilir? Bütün hayat gibi zaman da, içimize kayar kaymaz muayyen merkezler etrafında kendiliğinden kurulan bir terkiptir. Nasıl sevdiğim bir sanat eserini bütün ömrümce tanıdığımı sandımsa, birkaç dostum için de aynı şeyi düşündüm. Belki bu yüzden ölenlerin gerçekten öldüklerine pek inanamıyorum. Korkunç vâkıayı daha ziyade başkalarının yüzünde görüyorum yahut da bazı manzaralarında beni ürkütüyor.

Şüphesiz tamamiyle böyle değil. Meselâ bu yaz için artık Dragos Tepesi hülyası kuramıyacağım. Ne de Ankara’ya gidersem daha evvelki gidişlerimde duyduğum sevinci duyacağım. Âlî’nin beni görür görmez açılan kolları artık yok. Saatlerce gülüşmiyeceğiz, dertleşmiyeceğiz. Onun hayat iştihasiyle, rahatlığiyle büyülenmiyeceğim. Daha şimdiden ondan mazi sigalarıyla konuşuyorum, bütün hayatımda boş bıraktığı yeri görüyorum. Van Gogh’un o korkunç hasır iskemlesi ona rastladığım, rastlamak imkânım olan her yerde, kendi evinde Tevfik Sağlam Paşa’nın evinde, Hâmit Nafiz’in, Osman Horasanlı’nın evlerinde ve bilhassa kendi içimde bütün o meş’um boşluğuyle sönmüş bir yıldız gibi beni bekliyor. Onun yanı başında Haydarpaşa’da siyah çelenk şeritlerini pencerelerinden gördüğüm o karanlık vagon var. Hafızam bir tarafıyla bu vagona benziyor. Belki de edebiyat budur, yahut buna benzer bir şeydir. Bazı geceler, bilinmez yerlerden ışık alan karanlık su dalgalarını neden beni o kadar çektiğini şimdi anlar gibi oluyorum. Fakat sesi içimde. Herkeste tabii olan o iç konuşmada seneler boyunca duyduğum bu sesi yine duyacağım. Bütün sevdiklerim gibi hayatımın her anında onunla yine konuşacağım. Ona sualler soracağım o bana cevap verecek. Kendimden şüphe ettiğim anlarda ona da uzun uzun iç savunmaları yapacağım. Çünkü dostluk sade sevgi değildir. Cemiyetin bizdeki yüzüdür de. Herkesten ve her mahkemeden evvel dostlarımıza karşı sorumluyuz.

Ölümün korkunçluğu burada. Reel mi değil mi bilmiyoruz. Her şey o kadar bizde başlıyor, bizde devam ediyor ki.. Bununla beraber o yanıbaşımızda her gün hayatımızı bir tarafından yıkıyor. Varlık şehrimizin surları gittikçe küçülüyor. İki sene evvel Yahya Kemal, daha evvel Nurullah Ataç, daha evvel hiçbir zaman unutamıyacağım Yunus Kâzım Koni. Günün birinde içinde boğulacağım dar bir çenber olacak gibi bu ameliyye devam ediyor.

Hasan Âlî’yi Yüksek Muallim Mektebi’nde tanıdım. O zaman ben on sekiz yaşında, ürkek, sinirli, cılız bir çocuktum. O askerlik tecrübesinde olgunlaşmış, hocalarımızla senli benli konuşan âdeta olgun bir genç adamdı. Bir gece Eşref Efendi sokağında, İttihat ve Terakki’nin eski içtimâ salonu olan yatakhanemizde onu başımın ucuna dikilmiş gördüm. Kör elektrik ışığında okumağa çalıştığım antolojiyi elimden alarak şöyle bir baktı ve «Yapma, gözlerini bozarsın!» dedi. Belki yatakhanenin öbür ucunda yarattığı cümbüşe katılmayışım dikkatini çekmişti. O zamanlar Âli gazetelerde çalışıyordu. Zannederim kazandığı birkaç lirayla ailesine de yardım ediyordu. Geceleri geç vakit ve daima havadisle dönerdi. Millî Mücadelenin o sıkışık günlerinde toplandığımız kahvelerde, yatakhanede, bize mütalâa salonu olarak ayrılan odada hep bu dönüşü beklerdik. Çünkü beraberinde en yeni cephe ve Ankara haberini getirirdi. Yorgunluğunu geceden çaldığı bu sohbet saatlerinde geçirmeden uyumazdı. Uyanması ise hakiki bir cümbüştü. Erken uyanırsa hep beraber uyanırdık. Ben çok defa okumak için yatakta kaldığımdan sabahlarım onun neş’esinin emrinde geçerdi. Garip, sâri denebilecek bir neşesi vardı. Sesinin güzelliği, konuşmasının rahatlığıyla küçük topluluğumuzda söz, daima sonuna doğru kendisinin olurdu. Konuşması bittiği zaman musikisi başlardı. Eski musikimizi, ne derecede bilirdi bunu tâyin edemem. Fakat birkaç dede’den mevlevî bu İstanbul çocuğunun sesinde, bu musiki ve onun beslediği yerli hasasiyet, erimiş, akmağa hazır bir altın gibi daima mevcuttu. Şiirde olduğu gibi musikîde de şaşılacak bir icat, daha doğrusu benimseme kabiliyeti vardı. Daha talebeliğimiz zamanında bir şarkısı İstanbulun günlük hayatına girmişti. Bu şarkının başladığı «Sen bezmimize geldiğin akşam neler olmaz» mısraını hepimiz kendisi için tekrar edebilirdik. Çünkü bu kabına sığmaz adam neşesiyle, şakaları ve nükteleriyle, birdenbire köpüren hiddetleri ve patavatsız cevaplariyle en ağır havayı bile yumuşatmasını bilirdi. Bu neşe İstanbullu neşesiydi. Bütün bir tarih boyunca halkımızın yarattığı bir terbiyeden geliyordu. Bir şehrin terbiyesi daima bir medeniyetin terbiyesi ve yaşama üslûbudur. Âli bu üslûba daha o zamanlar sahiptir. Bunun rahatlığını hepimiz duyardık. O zamanlar kendisi için düşündüğüm şey etrafını dolduran adam oluşuydu. Bu mazhariyetiyle o senelerde onu kıskanmam lâzım gelirdi. Çünkü tam zıddı yaratılıştaydım. Hal denen şey benim için yoktu. Müphem bir gelecekte yaşıyordum. O ise her ânına sahiptir. Fakat kıskanmaz, bilakis severdim. Çünkü paylaşma denen o büyük şeyi bilirdi. Ve bu paylaştığı şey kalbiydi, bütün hayatıydı. Yücel ile dost olup da ailenin içine girmemek imkânı yoktu. Dostlarının evi ve muhiti de kendisi için böyleydi. Bir dost evinde misafirken ölüşü hiç de şaşılacak şey değildir.

Hasan Âli aleni adamdı. Hiçbir gizlisi yoktu. Hayatının her tarafı göz önünde oldu. Bu «alenilik» sonuna kadar sürdü. Birçok ıztırabları tattı. Fakat «ihtibas» denen zihnî esarete düşmedi. Yazılarını, bu hakikati gözden kaçırarak okuyanlar korkarım ki çok yanılırlar. Çünkü hayatını onlara olduğu gibi boşalttığını bilmezler. On dört sene «ıdbâr» dediğimiz korkunç yıldızın altında yine hür ve insanlarımız içinde mümkün olduğu kadar kendisine sâdık yaşaması ancak bununla kabil olabilirdi.

İnsanoğlu bir yığın zıtların, hattâ zaafların terkibidir. Asıl çehreyi, hayatı hülâsa eden birkaç jest ve hareket vücude getirir. Âlî’yi gelecek nesiller yaptığı işler kadar bu dâvanın ışığı arasından göreceklerdir. Bu vicdan isyanının hiç de bedâvaya harcanmadığına eminim. Hiçbir şey zamanında yapılan bu cinsten bir tepki kadar, kökleşmesini istediğimiz yeni ahlâkın müjdecisi olamaz. Burada Âlî’nin bütün maarif hayatında yaptıklarını sayacak değilim. Bunlar üzerinde gerçekten durulacak, düşünülecek şeylerdir. Tarih, Atatürk’le başlayan ve İnönü’yle devam eden devrin hakiki değerini çoktan kaydetmiştir. Tohum toprağa düşmüş, çürümüş ve yeşermiştir. Gelecekteki Türkiye’nin önüne hiçbir kuvvet geçemez.

UNESCO Haberleri: Hasan Ali Yücel Hatırası, Mart 1961. Taha Toros Arşivi.

Benzer yazılar

Aramak istediğinizi üstte yazmaya başlayın ve aramak için enter tuşuna basın. İptal için ESC tuşuna basın.

Üste dön