Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “İbrahim Paşa Sarayı meselesi” başlıklı yazısı

Tanpınar'ın yeni Adliye Binası'nın yapılması için İbrahim Paşa Sarayı'nın yıkılmasını isteyenleleri etkileyici sözlerle eleştirdiği yazısı.
Tanpınar'ın yeni Adliye Binası'nın yapılması için İbrahim Paşa Sarayı'nın yıkılmasını isteyenleleri etkileyici sözlerle eleştirdiği yazısı.
Tanpınar'ın yeni Adliye Binası'nın yapılması için İbrahim Paşa Sarayı'nın yıkılmasını isteyenleleri etkileyici sözlerle eleştirdiği yazısı.
Ahmet Hamdi Tanpınar'ın "İbrahim Paşa Sarayı meselesi" başlıklı yazısı
Ahmet Hamdi Tanpınar'ın "İbrahim Paşa Sarayı meselesi" başlıklı yazısı
Tanpınar'ın, yeni Adliye Binası'nın yapılması için İbrahim Paşa Sarayı'nın yıkılmasını isteyenleri etkileyici sözlerle eleştirdiği yazısı.
6 Kasım 1947, Cumhuriyet Gazetesi. Yaşadığım Gibi, Sayfa 219-227.

İbrahim Paşa Sarayı meselesi

Son zamanlarda Topkapı Sarayı müzesi müdürü Sayın Tahsin Öz’ün bir yazısıyla (Tanin Gazetesi, 7 Ekim 1947) İstanbul’un bu bitmek bilmeyen davası tekrar tazelendi. Matbuatımızın, ilim adamlarımızın, hatta yaşadığı şehri seven her vatandaşın üzerinde durduğu dava şudur:

İstanbul’un imar işlerini üzerine alanlar ve bazı idarecilerimiz, Sultanahmet cami’inin karşısına düşen ve öteden beri İbrahim Paşa sarayı diye tanınan, 16 ncı, hatta bazı unsurlarıyla galiba 15 inci asırdan kalma bir mimari bütününün yıkılarak yerine yeni Adliye Sarayı’nın yapılmasını istediler. Tahsin Öz’ün güzel makalesinde anlattığı gibi, İstanbul’un en eski Türk eserlerinden biri olan bu binanın başında kopan bu fırtınanın iki safhası vardır. Birinci safhada hapishane binası denilen kısım, gene aynı bütüne dahil bazı eserlerle yıkıldı.

Bugün Fuat Paşa türbesinin alt yanındaki sokaktan Divanyolu istikametine yürüyenler, bu yıkılan kısmın arsasını ve bilhassa
Mimar Hayreddin yapısı olması ihtimali çok fazla olan bir salon bakiyesini görürler. Bu kısmın yıkma ameliyesi biter bitmez bir nevi tereddüt başladı.

İkinci safhası, bu ilk ameliyenin esirgediği iki mühim binanın yani asıl İbrahim Paşa sarayının 17 ve 18 inci asır başındaki minyatürlerimizden bize beyaz cephesiyle o kadar aşina gülen bina ile yanıbaşındaki binanın da yıkılarak İstanbul’ daki bütün adliye teşkilatını, barosuyla, alakadar müesseseleriyle, arşiviyle büyükçe bir binanın burada yapılması arzusuyla başlar.

Yukarıda söylediğim yoldan yürüyenler yıkılması istenilen bu mühim binanın arka tarafını görürler. Ufak bir himmetle tanzim edilecek mahiyette olan bu bina iki dıl’ı, kubbeleri, bacalarıyla İstanbul’un sayılı denecek kadar az olan güzel eserlerindendir. Ön taraftan ise tapu binasının arkasında kalan cephesinin ancak küçük bir kısmını görebilirler.

Asıl Adalet Sarayı’nın yargıçlarımızın kalbi ve halkımızın büyük vicdanı olduğuna inanmakla beraber bu büyük şehirde adaletimizin en güzel ve en asil binalardan birine sahip olması, hatta bu binanın milliyetimizi tarih içinde bir kat daha güzel yapan bu vasfa layık, onu dışardan hakkıyla temsil edecek kadar mükemmel bir abide olması hemen herkesin arzusudur. Bilhassa İstanbul gibi dağınık bir şehirde Adalet Sarayı’nın iş merkezlerine yakın, nakil vasıtaları itibariyle gidip gelmesi kolay bir yerde yapılması da gene aynı suretle temenni olunan bir şeydir.

Fakat bu şartların mutlaka Sultanahmet Cami’inin karşısında bulunduğu kolay kolay iddia edilemez. Hele bu yeni binanın yapılması için an’anesi ta Kanuni devrine çıkan bir binanın, o kadar tarih hatırasının ortadan kaldırılmasına razı olmak imkansızdır.

Sultanahmet fetihten beri milli tarihimize mal olmuş bir yerdir. Tesadüf bu meydanı o tarzda donatmıştır ki, Mısır sütunu, Bizans abidesi, Türk cami’i ve sivil mimari eseriyle kendiliğinden, evvela bu toprağın maceralarını .ve sonra da mimari zevkimizin dini ve sivil iki çehresini verir.

Bizim burada yapacağımız, daha iyisini yapamazsak, bu binayı ufak bir tamirle olduğu gibi muhafazadır. Asıl şehircilik budur.

İbrahim Paşa sarayının birkaç türlü ehemmiyeti vardır. Evvela 16 ıncı asırdan olmasıdır. Bu itibarla Sultanahmet cami’i ondan sonradır. İkinci olarak sivil mimari eserlerimizdendir. Herkes bilir ki, yurdumuzda dini eserlerin büyük birçoğunluğu muhafaza edilmiştir. Fakat sivil mimari eserler, saraylar, köşkler, konaklar, yangın ve isyanlarla harab olmuştur. Öyle ki koca İstanbul’da, Topkapı Sarayı hesaba katılmazsa, han, köşk, yalı olarak on, on beş eser ancak bulunabilir. İbrahim Paşa sarayı tarih sırasıyla bu hususi mimarinin en ewel yapılanıdır. Bu cihetle eşsiz bir vesikadır. Sonra, şaşırtıcı derecede güzeldir, asildir. Biraz himmetle şıkır şıkır parlayan bir abide olur. Ona dokunulmamak icab eder, hatta icab ederdi. Yani hapishane binası dahi yıkılmamalı, mümkünse tamir edilmeliydi. Hatta tamiri ve önlerinin açılarak Sultanahmet’in karşısında bu büyük bütün, zevkimizin, geçtiğimiz merhalelerin insanla doğrudan doğruya konuşan şahitleri olarak kalmalıydı. Fakat olan oldu. Sayın Tahsin Öz’ün dediği gibi, bu mazi eseri tehlikeli bir ameliyat geçirdi.

Kalan kısım binanın en mamur tarafıdır ve dediğim gibi çok güzel eserdir. On altıncı asır Türkiye’sinin bütün sihrine sahiptir. O kadar zaferlere şahid olmuş, o kadar orduların şahin dizileri gibi serhadlere süzüldüğünü, zengin ganimetlerle döndüğünü görmüş, muhteşem düğünlerde eğlenmiş, kanlı isyanlarda canlı bir mahluk gibi yaralanmış, hülasa bulunduğu yerden dört asırlık tarihin iyi kötü maceralarının aktığını görmüş bir bina. Böyle bir binayı ortadan kaldırmak, bütün bu hatıraların üzerinden sünger geçirmekten başka bir şey midir?

Bir şehirde hatıralar ve tarih yalnız kitaplarda yaşarsa, o şehir kendi zamanlarını kaybetmiş demektir. Çünkü asıl canlı hatıralar, zamanla kutsilik kazanmış, tılsımın usta eli dokunduğu için canlanmış, ruh sahibi olmuş maddenin taşıdığı hatıralardır.

Ben İstanbul imar işlerinin mesuliyetini taşıyan bir adam olsam, değil İbrahim Paşa sarayı gibi ayakta duran bir binayı yıkmak, ecdad elinden çılcmış küçük bir taş parçasını yerinden oynatmak için yüz defa düşünür ve galiba yüzüncüsünde gene yerinde bırakırdım.

Çünkü bu şehri güzelleştireyim derken fakirleştirmekten, hayatı soysuzlaştırmaktan çekinirim. Bu şehir en büyük zenginliğini mazisinden alır. Onu, nesiller önünde yaşattıkça zengindir.

Başka memleketlerde 50, 60 sene evvele ait bir kahve, adını değiştirirse veya yıkılırsa sanat ve edebiyat alemi yerinden oynar, şahsa ait ve o kadar kan dökülerek elde edilmiş tasarruf hakları bile münakaşa edilir, “Burada Verlaine her akşam aperatifini alır, dostlarıyla konuşurdu … ” diye on senede bir, bu binanın artık yok olmasına acıklanan kitaplar çıkar. Bizse İstanbul ‘u durup dururken canlı bir tarihinden mahrum etmeye kalkıyoruz.

Kaldı ki bina gerçekten güzeldir. Arkadan görünen iki dıl’ı, kubbeleri ve bacalarıyla baştan aşağı tarihtir. Türk rönesansının ne aydınlık bir rüya olduğunu, şimdiki haliyle, darağacında Mansur’u hatırlatan bu iki zaviyeli cepheden seyretmeli.

Bunlar o cinsten eserlerdendir ki, ancak sakınılmaz kader mahiyetinde darbelerle yokluğuna katlanılır ve böyle olunca da fırtına geçer geçmez ilk fırsatta planlardan, hatıralardan, yazılı şahadetlerden istifade edilerek yerine konulur. Fakat kendi elimizle yıkmak… Bu millî vicdana karşı bir günah olur.

Yarabbim, şu İstanbul’da, hiç Türk şairi, Türk romancısı, Türk ressamı, Türk tarihçisi, Türk mimarı yetiştirmeyecek miyiz? Bunu istemiyor muyuz? Dışarıdan gelen ve bizi her an kendimizden koparmaya çalışan o kadar kudretli cereyanların, gözümüzün önüne dikilen sürükleyici şaheserlerin karşısında, iç adamına, bizim rüyamızı doya doya seyredebileceği bir köşe bırakmaya neden razı olmuyoruz?

Bilmiyor muyuz ki bir medeniyet, her şeyden evvel derin maziden gelen bir kültür yığılması, bir kültür toplanmasıdır. Bu yığılmanın başında şehir ve mimari eserleri gelir. Çünkü nesilleri asıl terbiye eden onlardır. Her mimarlık eseri bulunduğu şehrin hayatını bir ev tanrısı gibi farkına vardırmadan idare eder. Onların kalabalığı ruhumuzda öyle bir konser yapar ki, ömrümüzde bir kere olsun onu dinlemek fırsatını bulursak, bir daha kaybetmemek şartıyla kendimizi bulmuş oluruz.

Sonra ne uysal tanrılardır onlar! Her dediğinizi yaparlar, her çeşit hayata intibak ederler. İşte İbrahim Paşa Sarayı’nın elde kalan kısmı… O kadar debdebeli, velveleli istihalelerden sonra güzellik ve asalet itibariyle kendisiyle hiç ölçülemeyecek o hantal tapu binasının arkasına geçmiş, ambar vazifesini sessiz sedasız görüyor. Ne diye yıkılır, ben anlamam.

Her mimari eseri milli hayatın bir koruyucusudur. Bu koruyucu tanrıları kaybede ede cemiyet bir gün devam fikrini kaybeder. Biz asırlardır, düşman bir alemin ortasında, yangın ve ateş içinde milliyetimize kurtarıcı bir tılsım gibi sarılmış olarak yaşadık. O duygu sayesinde varız. Ne zaman ki milliyetimizi bıraktık, o anda başımıza felaketler yağdı. 1918’den sonraki İstanbul’u hatırlayın. Her mimari eseri bizim için neydi? Kim o zaman bir taşı yerinden kımıldatmaya razı olurdu? Eserlerimize o zaman nasıl sarılmıştık? Haklıydık. Çünkü biliyorduk ki, milliyet dediğimiz, bir dil, milli hayata intikal etmiş şekilleriyle bir din ve ahlak, başta mimari olmak üzere bir yığın sanat eseri ve tarih hatırasıdır.

Milliyetimizi yapan şeylerle oynamaya kalkmayalım. Çünkü mefhumlar zedelenmeye gelmez.

Sayın Tahsin ôz’ün ve bu saray etrafındaki münakaşaya onunla beraber atılanların haklan vardır. (Muharrir, bahsettiğim makalede rahmetli Yunus Nadi ile oğlu Nadir Nadi’nin ve Hüseyin Cahid Yalçın’ın bu mevzu etrafında neşriyat yaptıklarını ehemmiyetle söyler.) İbrahim Paşa Sarayı yıkılmamalıdır. O, Türk tarihinin bir abidesidir. Türk eliyle yıkılamaz. Hiçbir eski binayı kendi elimizle yıkamayız.

Çünkü onların hepsi bize, ömrümüzün bir devama bağlı olduğunu, zaman boyunca uzanan bir zincirin bir halkası olduğumuzu hatırlatır. Bu zincir, o mucizeli devam duygusuyla millî hayatın kendisidir. “İşte şu bina benden dört yüz bu kadar sene evvel yapıldı. Bir Türk ustası tarafından yapıldı. Bana kadar geldi. Benden sonra da devam edecek. Ben ona bakarken, benden evvelki nesillerle birleşiyorum. Sanki onlar bende yaşıyorlar ve ben onlar gibi genişliyor, büyüyorum ve doğrusu da budur. Bu binayı cedlerim benimle seyrediyorlar ve ben de, benden sonra gelenlerle onu seyredeceğim. O halde zaman insanoğlu için sanıldığı kadar düşman değildir. Her şeyin üstünde insanoğlu devam edebiliyor.” Niçin bu kurtarıcı hutbeyi içimizde susturmalı?

*

Sonra yeni bir bina yaptırmak için eski ve güzel binayı yıkmakla kazancımız ne olacak? Arsa mı? İstanbul haritasına bir göz atın. Boş yerden çok ne var? İbrahim Paşa hamamını ve Karagöz Mehmed Efendi Camii gibi tam on yedinci asır başından kalma bir şaheseri feda ederek açtığımız bulvarın iki yanı boş duruyor. Pekala Adalet Sarayı’mız buraya yapılır ve üç türlü kazancı birden yaparız. Yeni ve güzel bir bina yaparız. İbrahim Paşa Sarayı olduğu yerde kalır. Sonra önünde açılan geniş tabiat manzarasıyla zıdlık yapan boş bir yer, hem de en işlek bir cadde de kapanır. Ve hatta, şehrimiz de sıklet merkezini tekrar kazanır. Çünkü istanbul’un asıl sıklet merkezi, asıl şehir, Fatih-Aksaray-Bayezid arası olmalıdır.

Evet, İbrahim Paşa Sarayı’nı yıkmakla tek bina kazanırız. Adalet Sarayı’nı başka yerde yapmakla bina kazancımız iki misli olur. Kaldı ki yeni yapılacak binayı Sultanahmet’in ezici rekabetinden kurtarmak gibi bir kazancımız olur. İzah edelim:

Sultanahmet Camiinin karşısında yapacağımız her bina zayıf düşer. Çünkü cami, dünyanın sayılı mimari abidelerindendir. Bizim eski mimarimizle ölçüşebilecek mimari üslubu azdır. Çünkü cins mimaridir. Hem tesalübleri çok derin, hem de uzuvlaşmaso çok mantıkîdir. Sultanahmet büyüklükle zarifi o derecede birleştirmiştir ki onun yanında ne şahsî olmak, ne de onu taklid etmek kabildir.

Taklid etmek kabil değildir. Çünkü ondaki kütlelerle oynayış, o beyaz uçuş, o amudî fırlama ancak tek bir salonu, tek bir toplanış yerini gözönünde tutarak elde edilmiş bir neticedir. Adalet Sarayı gibi pratik gayesı çok ayrı olan bir binada bu hamleyi koyamayız. Şuradan, buradan ödünç alınarak ilave edilecek mahalli renk de büyük bir yardım yapmaz. Senelerdir eskinin peşindeyiz, fakat o bizden sırrını gizliyor. Çünkü yoktur, sadece büyük bir üslubun, bütün bir taazzuvun karşısındayız. Bu taazzuvu çimentodan yapılacak bir bina şimdilik veremez.

Orjinal olmak güçtür. Çünkü yeni malzeme ile ve onun icaplarını dinleyerek yapılacak bu bina, bütün hürriyetlerini kullandığı takdirde, meşhur Alman Çeşmesi’nin çok büyük mikyasta ve başka cinsten bir eşi olur. Yani hataların en büyüğü olan, zevk hatası olur. Yeni bir millet zevk hatası yapabilir; fakat bizim gibi o kadar büyük miraslara sahip, hem yurt, hem millet bakımından tecrübesi emsalsiz bir topluluk böyle bir hatayı yapmamalıdır.

Vakıa Sultanahmet Camii, bu şaheser, bu hatayı daima tashih edecektir. Çünkü karşısına dikilecek her binayı yer, ezer; madem ki tepesinden bakacaktır, madem ki güneşin orkestrasına sahiptir ve dört asırdır bu mehteri çalar, onun karşısına dikeceğimiz binadan hayır yoktur.

Yaptığımızın üç sene sonra aleyhinde bulunuruz. Geçmişte iyice tecrübesi vardır.

Yeni mimarinin kudretine ve faziletlerine inananlardanım. Bugüne ait her şey benim için bir davadır; çünkü yaşadığın zamanı severim. Bugünkü mimariye gelince, ayrı malzeme ve ayrı imkanlarla ortaya çıktığı için oradaki ihtilalin çok esaslı olduğuna kani’im. Ayrıca mimarlarımızın çalışmalarını da yakından bilirim.

Elbette günün birinde bize ait bir üslup doğacaktır.

Fakat bu tecrübeyi tarihin malı olan bir meydanda yapmayalım. Her kadın mücevheri sever, fakat kendi kulağını kestirip yerine elmastan bir kulak veya benzeri kıymetli bir süs takmasını isteyecek kadın yoktur. Sultanahmet meydanı ufak bir düzeltilme ile eşsiz bir bütün haline gelebilecek bir zevk taazzuvudur. Oraya kendi bünyesine dahil olmayan şeyleri sokmayalım. Bu taazzuvu cami idare eder. Maestro odur.

Bir yanda Ayasofya ve Üçüncü Ahmed çeşmesi, daha sonra Fatih zamanının nefis hamamı, asıl Sultanahmet Camii, bir set
aşağısında cami’nin külliyesi, bu kadar eşsiz eseri toplayan bir meydana yakışacak şey bütün bu mazi eserlerine meydan okuyacak bir bina değil, o büyük ananelerden gelmiş bir kıvılcım olan İbrahim Paşa Sarayı ve onun yanındaki eski binadır. Bunlar meydana çıkarılsın ve burası artık bırakılsın. Biz sadece gelip geçerken onu dinleyelim.

Hele milletlerarası bir müsabaka ile Sultanahmet Camiinin karşısında başka bir milletten bir mimarın eserinin dikilmesi büsbütün acayib olur. Bu meydan, milli tarihin yoğrulduğu teknelerden biridir. Milletlerarası müsabaka yeri değildir. Zaten o müsabakayı biz beş asır evvel kazandık.

Yeni binanın behemehal bu tarafta yapılması lazımsa, Firuzağa Camiine -tekrar edelim, Sinan yapısı bir mücevherdir- nefes alacak saha bırakmak şartıyla, daha yukarda cephesi Divanyolu’na açılan ve enine olarak Fuad Paşa türbesine kadar uzanan bir binanın yapılması en doğrusudur. Bu yeni Adalet Sarayı, yukarıda Mimar Hayreddin’in olması ihtimalini söylediğimiz salonu muhafaza eder ve bir bahçe ile de meydana iner. Bittabi mimarlarımız uzaktan olsa bile, Sultanahmet Camiine bakacak cepheyi, tek iddiası onun kurduğu ahengi bozmayacak şekilde rahat ve yumuşak bir üslubla yaparlar. İbrahim Paşa Sarayı’nın önü de temizlenirse meydanı kazanmış oluruz.

Bu davada garplı ilim ve sanat anlayışı da bizimle beraberdir. Büyük eserleriyle bize Anadolu’nun dini ve sivil mimarisini o kadar iyi tanıtan M. Gabriel’ den bahsettiğimi okuyucularım elbette anlamışlardır. Tahsin Öz, makalesinde M. Gabriel’in son toplantıdaki müdafaasını anlatıyor. Zaten başka taraflardan da bunu dinlemiştim.

Emin olabiliriz ki M. Gabriel’ e, bu fikirleri sadece bizim için çok faydalı ve şerefli olan Türk dostluğu söyletmiyor. O tam Garplı fikir ve sanat adamı olarak konuşuyor. Biliyor ki, Sultanahmet meydanı bugünkü çehresiyle artik şunun bunun tasarruf edeceği bir yer değildir; bizim olarak bütün dünyanın malıdır ve 16. asır Türkiyesinden kalma bir eserin durup dururken yıkılması lüzumsuz bir fedakarlıktır.

Bu insafı, M. Gabriel gibi Fransız zeka ve irfanının hakiki prenslerinden biri olan insandan beklemek zaten hakkımızdı. Hakiki Garp düşünüşü budur: Güzeli, iyiyi ve asili nerede bulursa sevmek!

Şehrin beş yüzüncü fetih yılını kutlamaya çalışırken onun en güzel köşelerinden birini bozmamızı aklımızdan çıkarmalıyız. Yerine koyamayacağımız her şey, bizim için sonuna kadar kıymetlidir ve mukaddestir. En büyük şiarı ve kudret kaynağı milliyet duygusu olan hüküm etimizin bu meseleyi kat’ i şekilde halledeceğini ve İbrahim Paşa Sarayı’nın yaşama hakkını koruyacağını büyük bir imanla ümid ediyoruz. Yıkmak, yapmak için olsa dahi daima zararlıdır ve hakiki yapıcılık, ilave etmektir.

6 Kasım 1947, Cumhuriyet Gazetesi. Yaşadığım Gibi, Sayfa 219-227.

Benzer yazılar

Aramak istediğinizi üstte yazmaya başlayın ve aramak için enter tuşuna basın. İptal için ESC tuşuna basın.

Üste dön