“Şiirde aradı, romanda buldu:” Orhan Pamuk’un Ahmet Hamdi Tanpınar üzerine yazısı

23 Ocak 1992, Cumhuriyet Gazetesi. Taha Toros Arşivi.

“Şiirde aradı, romanda buldu”

Bir yazar kafamızdaki bazı soruları kurcaladığı, içimizdeki bazı istekleri kışkırttığı sürece içimizde yaşar. Sorularımızı ve isteklerimizi ister doğrudan edebiyattan alalım, ister hayatın kendisinden çıkaralım, bir süre sonra şuradan buradan yazar hakkında edindiğimiz bilgilerle, gördüğümüz fotoğraflarla, yazara ilişkin kurduğumuz hayallerle birleştirir, o yazarın bir imgesini ediniriz. Bu imge, kafamızın içinde telefon numaralan ya da adresler gibi olduğu gibi durmaz, anılarımız ve beklentilerimiz gibi değişir. Böylece bu imgeyle birlikte yazarın değiştiğini de düşünmeye başlarız: Bir gün yazarın kitaplarına yeniden döndüğümüzde değişenin kendi sorularımız ve isteklerimiz olduğunu anlayıncaya kadar.

Tanpınar’ın ‘Edebiyat Üzerine Makaleler’i Türkçenin en zengin, en dolu, en öğretici, en derin deneme kitabıdır. Dönüp dönüp yeniden okumaktan, sayfalarını karıştırmaktan hatta ağırlığını elimde hissetmekten hoşlandığım bu kalın kitabın başında Romana Dair başlığıyla yanyana getirilmiş altı denemede kafamdaki Tanpınar imgesinin bütün görüntülerini bulurum. Kitabı derleyen Zeynep Kerman’ın roman üzerine denemelerden öne aldığı Şiir Hakkında denemeleri okuyunca Tanpınar’ın şiir dünyasının sorunlarıyla karşılaşırız: Şiiri “sanat dışı” endişelerden temizleme isteği, yeni kuşaklara karşı vezin ve kafiyeyi savunma, Valery’i hatırlatan ve “ahenk” ve “rüya” kelimeleriyle anlattığı bir estetik düzen ve sıkı düzen.

Romana Dair denemeleri okuyunca ise, yalnızca Tanpınar’ın romanları değil, bizim bütün roman dünyamızın ve bu dünyayı düşünme alışkanlıklarımızın sorunları en can alıcı noktalarıyla göz önüne serilirler. Bir rastlantı değildir bu.
Tanpınar şiirde aramış, romanda bulmuştur.

‘Bir Türk romanı niçin yoktur?’ sorusuyla başladığı ilk denemede bu sorunun çerçevesini çizer: Elbette yazılan ve okunan bir Türk romanı vardır, ama bu romanın Batı romanını tanıyan aydınlarda bir kısırlık ve yetersizlik duygusu uyandırdığı da doğrudur.

Bu eksikliğin, “toplum hayatıyla, halkla ilgilenmeme” ya da “Batı romanını taklit etme” ya da ‘‘samimiyetsizlik” gibi bugün eleştiri dünyamızın hâlâ vazgeçemediği, hatta tiryakice bir tutkuyla sevdiği yüzeysel çözümlemelerini, 1936 yılında, otuz beş yaşındayken Tanpınar bir bir çürütüp bir yana koyar. Aynı yıl yazdığı ikinci bir denemede kırk yıl sonra, 1970’lerde yeniden keşfedilip pek yaygınlık kazanacak iki kavramı öyle pek fazla üzerinde durmadan ortaya atar: “Fert meselesi” ve “sınıf meselesi”.

Yedi yıl sonra kendi romanlarının hazırlığı içindeyken konuya yeniden döndüğünde, onun çok sevdiği kelimeyle söyleyeyim, “dikkati” kavramlara ve kuramlara değil artık hayata dönüktür. Romancı için gerekli bir yaşama ve anlatma sevincinden, gençliğinde karşılaştığı “görmesini bilen” bir ihtiyar kadının hayat kaynağından söz eder. İnsana dönük bu gözlemler, “içe dönük araştırıcı göz”den, Hıristiyanlıktaki günah çıkartmayla roman sanatı arasındaki ilişkiden söz edeceği dördüncü yazısına bir hazırlıktır. Roman sorunlarımızın odağını hayatın içindeki insana, anlatılan hayatın inandırıcılığına, “görme” sorunlarına doğru kaydırdıkça da Tanpınar, sorunun can alıcı noktasının teknikle, roman teknikleriyle ilgili bir şey olduğuna karar vermiş gibi gözükür.

Bugün bana bu denemelerde en çarpıcı gelen yan, Tanpınar’ın romanımızdaki temel bir özelliğin -ya da eksikliğin- kaynaklarını ararken bakışını toplumsal ve genel kültürel özelliklerden çekip roman sanatının kendi sorunlarına doğru yöneltmesidir.

Görmenin, göstermenin, tasvir etme yöntemlerinin üzerinde dururken 19. yüzyıl Fransız romancılarının resim sanatına ne kadar yakın olduklarından söz eder. Burada Tanpınar’ın bize zekice sezdirdiği önemli nokta resimle ilgilenen romancıların bu yakınlıkları yüzünden daha iyi görebilmeleri değil, daha derin bir şey, resimle haşır neşir olmuş bir kültürün diline sinecek belirli bir tasvir yeteneğidir. “Jest kudreti”ni övdüğü Homeros’un kör olduğunu bu amaçla hatırlatır. Dilin görme, tasvir etme yeteneğini kurcalarken, gene aynı amaçla Balzac’ın üslubuna doğru dönüp uzayan cümlelerle resim sanatı arasında bir ilişki kurar.

Bilmiyorum, Tanpınar’ın romana ilişkin denemelerinde bunları görmem bugünlerde üzerinde çalıştığım, bir Osmanlı minyatürcüsü ve görmek-anlatmak sorunlarıyla ilgili romanım yüzünden mi? Ama Tanpınar’ın sık sık Yahya Kemal’in şu sözünü anmaktan hoşlandığını hatırlayalım; “Resmimiz ve nesrimiz olsa, başka bir millet olurduk. ”

23 Ocak 1992, Cumhuriyet Gazetesi. Taha Toros Arşivi.

Benzer yazılar

Aramak istediğinizi üstte yazmaya başlayın ve aramak için enter tuşuna basın. İptal için ESC tuşuna basın.

Üste dön