Yıldız Ecevit’in “Yirmi yıl önce yitirmiştik onu: Oğuz Atay” başlıklı yazısı

Cumhuriyet Kitap, 19 Şubat 1998

Yirmi yıl önce yitirmiştik onu: Oğuz Atay

Oğuz Atay, başlangıcından bu yana etik ve siyasal çerçevedeki konusal kurgu kalıplarıyla üreten bir edebiyatın ortasına, yetmişlerin ilk yıllarında yabancı bir madde gibi indi yapıtlarıyla. Ellili yılların köy romanı döneminden ve altmışların -yalnız Türkiye’de değil dünya genelinde- toplumsal sorunlara çözüm arayan eğiliminden sonra, ‘birey’i ve onun iç dünyasını odak alan ve bunu, o güne değin T ürk edebiyatınm hiç tanımadığı biçim/kurgu teknikleriyle sergileyen Atay, edebiyatımızda yeni bir dönemin başlangıcı oldu. 13 Aralık 1977’de yitirdiğimiz Oğuz Atay’ı sevgiyle anıyoruz.

20. yüzyıl Türk edebiyatında, edebiyat ölçütlerinin dışına taşarak idolleşmiş üç yazar vardır. Bunlar farklı aşamalarda toplumun nabzını tutmuş, okurunun bayrağı olmuştur. Yazdıkları edebiyat türleri, kişilikleri, okurları ile bütünleşme biçimleri ve alımlanma düzlemindeki yaygınlıkları birbirlerinden çok farklı da olsa, bu üç yazarın ortak paydası, yaşamı ve kendilerini olağandışı bir dürüstlük ve içtenlikle yaşamaları ve dile getirmeleridir. Belki de onları okurlarıyla böylesine bütünleştiren, güçlü sanatsal yetenekleri ve keskin zekâlarının yanı sıra, sözünü ettiğimiz bu özellikleridir. Aynı zamanda. Nâzım Hikmet, Aziz Nesin ve Oğuz Atay’dır bu üç yazar.

Doksanlı yılların başıydı. Oğuz Atay’ın bir ölüm yıldönümünde konuşmacı olarak bir derneğe çağrılmıştım. Sonuna dek dolu olan salon tek bir yürek gibi atıyordu. Şaşırmıştım. Gerçi bir edebiyat ürünüyle coşkulu bir biçimde bütünleşmeye yabancı değildim. Oğuz Atay’ın romanlarını ilk okuduğumda yoğun duygularım olmuştu. Daha sonra bir araştırmacının nesnel merakına dönüşen duygulardı bunlar. Ancak salondaki elektrik alışılmışın dışındaydı. Genç insanlardı dinleyiciler; çoğu öğrenciydi. Soru sormak için söz alanlar, onun yapıtlarından kimi bölümleri ezbere okuyorlardı. Atay’ın okur düzlemindeki alımlanmasında var olan sıradışı boyut ilk o zaman somutlaşmıştı karşımda.

Aynı yıllarda, yine Atayla ilgili bir konuşma yapmak üzere Orta Doğu Teknik Üniversitesi’ne gittiğimde yaşadım benzer türde bir coşkuyu. İnşaat Fakültesi öğrencilerinin Oğuz Atay için kurdukları bir edebiyat grupları vardı. Mühendislik öğrencileri, kendileri gibi mühendis olan yazara duydukları hayranlığın coşkusuyla ama ciddi bir ‘edebiyat’ öğrencisinin ‘bilgisiyle’ katıldılar tartışmaya. Etkileyiciydi. Yine bu yıllarda, Atay’ın bir öyküsünün adını başlık olarak taşıyan bir derginin varlığından haberim oldu: “Beyaz Mantolu Adam”.

Kuralların dışında ‘anlaşılmaz’ yapıtlar üreten ve yasallaşmış estetiğin başlangıçta dışladığı bir ‘avangard’ (öncü) sanatçının, suskunluktan coşkuya dönüşen alımlanmasının öyküsüydü bu.

Tanzimat’tan bu yana genel çizgisi ‘gerçekçilik’ olan Türk edebiyatı yetmişli yılların başında Oğuz Atay’ın romanlarıyla birlikte tarihindeki en köktenci değişimi yaşar. Türk romanı, köklerini Türk edebiyat geleneğinden almaz; ne dinsel motiflerle süslü Divan edebiyatından ne de somut gerçekliğin dışında bir fantaziler dünyasını yansıtan halk masallarından izler taşır; tümüyle Batı örneğine göre biçimlenmiştir. Türkiye’de roman, Tanzimat’la başlayan Türk aydınlanmasının, estetik düzlemdeki yan ürünü görünümündedir; insanları aydınlatmak/bilgilendirmek, onlara doğru yolu göstermekle yükümlü sayar kendini. Bu nedenle de, okurun metindeki iletiyi özümsemesini zorlaştıracak yabancı biçimleri deneysellemekten kaçınır; gerçeği yabancılaştırmadan’ yansıtır; herkesin rahatlıkla izleyebileceği zamandizinsel öykülerle oluşturur kurgusunu.

Oysa 20. yüzyıl başlarında Türkiye’de romanın yeni yeni uç verdiği yıllarda, Batı romanı, Türk romanının kendisinden örnek almış olduğu geleneksel-gerçekçi edebiyat anlayışını geride bırakmış, Joycelar/Kafkalar/Proust’larla farklı bir estetiğe doğru yol almaktadır. Batıda yerleşik biçim/kurgu/yapı ölçütlerini tersyüz eden öncü romancılar birbirini izlerken, aynı yıllarda yeni yaşam bulmaya başlayan Türk romanında ise ‘değişiklik’ yalnızca konusal bağlamda olmaktaydı. tik romancılarımızdan Ahmet Mithat’ın metinlerinde özgür davranışlar gösteren eğitindi kadınları konu alması; ya da yirmilı/otuzlu yıllarda Türk Zola’sı diye anılan, Selahaddin Enis’in doğalcı bir yaklaşımla cinsellik/fahişelik gibi konuları metinlerinde odağa oturtması, edebiyat çevrelerinde oluşan yankıların kaynağıydı; estetikten çok ‘etik’ özellik taşımaktaydı. Türk romancısı uzun yıllar çoğunlukla Doğu-Batı ya da ezen-ezilen karşıthğı bağlamındaki tezini daha iyi vurgulayacak ‘yeni’ ve çarpıcı öykülerin ardından koştu; özgünlüğünü konusal bağlamda kanıtlamaya çalıştı.

Oğuz Atay, başlangıcından bu yana etik ve siyasal çerçevedeki konusal kurgu kalıplarıyla üreten bir edebiyatın ortasına, yetmişlerin ilk yıllarında yabancı bir madde gibi indi yapıtlarıyla. Ellili yılların köy romanı döneminden ve altmışların -yalnız Türkiye’de değil dünya genelinde- toplumsal sorunlara çözüm arayan eğiliminden sonra, ‘birey’i ve onun iç dünyasını odak alan ve bunu, o güne değin Türk edebiyatınm hiç tanımadığı biçim/kurgu teknikleriyle sergileyen Atay, edebiyatımızda yeni bir dönemin başlangıcı oldu.

1972 yılında ilk romanı “Tutunamayamar”ı yayımladı. Zamandizinsel öykü anlatımının delindiği, iç ve dış dünyalar arasındaki sınırların yok olduğu, farklı gerçeklik disiplinlerinin farklı biçim düzlemleri ve anlatım öğelerine dayanılarak çokkatmanlı bir yapı içinde verildiği bir romandı “Tutunamayanlar”. Bu metinde ‘toplum’ değil, insanın iç dünyasıydı artık odağa yerleşen; insanın bilincinin kıvrımları, bilinçaltının labirentleri ve insanlığın ortak bilinçaltının arketipleri imgeleşiyordu roman dokusunda. “Tutunamayanlar” Türk edebiyatında ‘birey’in başkaldınsının ilk köktenci belgesidir; (altıyüz yıldır) bütün değişimlerin devlet eliyle gerçekleşti(ği) (…) Bireye de ne oluyordu?” (Günlük/1987, 25.3.1974) denilen bir toplumda, insanın kendisini tüm toplumsal baskıların dışında açıkça/dürüstçe yaşama çabasını kurgu düzlemine taşır.

“Biz insanı anlatıyoruz, bir çıkmazı çözümlemiyoruz,” der. 24.3.1974 tarihli günlük notunda Atay. Onun motif kullanımı açısından bir üçleme (trilogya) diye adlandırabileceğimiz yapıtları “Tutunamayanlar”/ ”Tehlikeli Oyunlar” (roman) ve “Oyunlarla Yaşayanlar”ın (tiyatro oyunu) ana kişileri, adlan ister Selim ya da Turgut, isterse Hikmet ya da Coşkun olsun, özde aynı kişilerdir: Duygularını, düşüncelerini, davranışlarını, toplumsal kimliklerini ameliyat masasına yatırmış; çıkardıkları parçaları büyük bir yüreklilikle analiz ederek ‘kendileriyle hesaplaşan’, ‘Özben’lerini bulmaya çalışan insanlardır bunlar.

Bir ‘arayış’ın yazarıdır Atay; geleneksel edebiyatın gerçeği ‘bilen’ ve bu ‘kesin’ gerçeği okuruna aktararak, onun doğru yolu bulmasını sağlamaya çalışan yazarından farklıdır. O, romanlarında insanlara ‘kişiliklerini aratır; çünkü tüm sorunların kaynağı ve çözümünün insanın kendisinde olduğunu düşünmektedir; “çünkü kendini çözemeyen kişi, kendi dışında hiçbir sorunu çözemez” (Tutunamayanlar/ 1984, 76) Atay’a göre.

Etik Kirlenme

Günlüğünde sayfalar boyunca, büyük kavramlarm arkasına saklanarak bir kimlik edinmeye çalışan, kendi kişilik sorunlarını çözümlemeden toplumsal sorunlara çözüm arayan ‘aydınları’ suçlar. İç dünyaları gelişmemiş, tinsel boyutları güdük kalmış kişilerin, öznel çıkarların bataklığında yitip gidecekleri düşüncesindedir. Son yıllarda toplumda çokboyudu yaşanılan etik kirlenme, Atay’ın bu tezini destekler niteliktedir. Kişilikleri gelişmemiş kimi bürokrat/politikacı işadamının etik düşüşüne, göğüslerinde bir rozet gibi taşıdıkları ‘Müslümanlık’, ‘ulusalcılık’ ya da ‘toplumculuk’ türünden yüce içerikli kavramların engel olamadığı gerçeği, her geçen gün yeni bir olayla doğrulanmaktadır. “Bu insanlardan Türk halkı artık bir şey beklememeli(dir). Üçkâğıtçılıkla ne devrim olur, ne de ümmeti İslam kurtulur. Bunlar ‘çürüyen et, dökülen diş’ gibidirler. Bayrak yaptıkları inançlarına rağmen aslında inançsızdırlar.” (G, 5.1.1975)

Oğuz Atay’a göre, “Türk romanının sorunu kişiliktir, insanımızın kişilik kazanma savaşının önemini henüz kavrayamamış olmasıdır. Kendisiyle hesaplaşma diye bir kavramın varlığından habersiz oluşu(dur). Bunun için romanımız düzmecedir.” (G, 30.1.1976) Uzun yıllardan beri ‘romantizm’ ve ‘bireycilik’ sözcüklerini yergi anlamında kullanan bir edebiyatın gündemini ‘birey’, ‘oyıin’, ‘düş’ gibibi kavramlarla zorlamaktadır Atay.

Birey-insanın kimliğini araması, bu yolda tüm içtenlikle ‘kendi kendisiyle hesaplaşması’ Atay’ın ‘üçleme’ diye adlandırdığımız yapıtlarında ana motif konumundadır. Yazarın ikinci romanı “Tehlikeli Oyunlar”ın Hikmet’i, “herkesin, başkalarından bucak bucak kaçırdığı muhtevayı” (Tehlikeli Oyunlar/1984, 281), ‘kendini’ sergilemektedir ‘yaşam oyunu’nda, bir sanatçının yapıtını sergilediği gibi… “Tehlikeli Oyunlar” tümüyle insanın ‘ontolojik sorunsalı’nı büyüteç altına alır: metinde Soyadı ‘Benol’ olan Hikmet, ‘Ben olma’ yolundaki ilk adımını, “bu ülkede eksikliğini duyduğu (,..)insanın kendisiyle hesaplaşma meselesini bizzat kendisine) uygulayarak” (T.O.335) atar.

Bireyin kendini tanıması ise, kişiliğindeki çelişkileri tüm açıldığıyla tanıması demektir. İnsanın yapısındaki bu çelişkileri, kurgusal düzlemde ana kişi Hikmet’i ‘karşıt’ parçalara bölerek somutlaştırır Atay: Akılcı Hikmet, evh erkek/burjuva Hikmet, patolojik Hikmet, içgüdülerinin buyruğundaki Hikmet… Tüm Hikmetler birbirinin devamı ya da karşıtı özellikleriyle metni bir ağ gibi sarar bu romanda.

Toplumun kıskacında yitirdiği benliğini arayan çağcıl bireydir Hikmet; Atay’ın “Tutunamayanlar” romanında da sözünü ettiği Kierkegaard’dan izler taşır. Onun varoluş sorunsak yaşayan roman kişilerinin tümü, uyuşamadıklan toplumsal düzeni terk etme eğikmi gösterirler; iç dünyalarına kaçarlar; reel dünyanın dışında kurguladıkları soyut yaşam ‘oyunlarında kendilerini bulmaya çakşırlar; yaşamı bilinçle oyunlaştınrlar. Birer ‘homoludens’tir onlar: “Oyunlar (…) gerçeğin en güzel yorumlarıdır. Bizim gerçek dediğimiz şey de bazı güçlükler yüzünden iyi oynanamayan oyunlardır.” (TO, 151)

Özde, ‘somuttan soyuta’ doğru gerçekleştirilen ‘iç dünya’ yolculukları anlatır Atay bize metinlerinde. Türk edebiyatının ilk iç dünya yolculuklarıdır bunlar, James Joyce’un “Ulysses”inden izler taşırlar. “Tutunamayanlar”m, başlangıçta “bir karı ve iki çocuğun sorumlu saymanı” (T. 505) konumundaki Turgut’u, “aynı türün örnekleri(nden dolayı) Kayamehmetturgutgiller”in (T. 297) dünyasından kaçmak ister. “İçinde herkesin küçük bir payı olan çirkinlikle(rin) dünyasıdır burası). Mimarıyla, mühendisiyle, ressamıyla, yazarıyla bütün aydınların rahatsız olmadan bir köşesine tutunmak için uğraştıkları çirkinikler(in yer aldığı bir) dünya.” (T. 342)

Atay, toplumdaki somut ve soyut çirkinliklerin dışında bir dünyanın özlemini çeken farkk değerlerin insanını anlatır bize. Bir aydındır bu insan; yozluklar denizinin ortasında yarattığı odasında, ‘yükselen değerler’e ayak uydurmaksızm yaşamaya çalışmaktadır zorlukla; dürüstlük, içtenlik, saflık, çıkargözetmezlik, sevgi ve kültürel değerlere saygı gibi ‘arkaik’ özellikler gösterir. İçinde yaşadığı sisteme yatır. Üstelik r g bancılaşmış; toplum unds iaşmıştır. Üstelik: Doğulu bir geçiş la yaşamaktadır Atay’ın aydını ve bu toplumun eğitim görmemiş kesimiyle arasındaki ayrım, Yakup Kadri’nin yıllar önce “Yaban” romanında yaptığı bir saptamayı doğrular görünümündedir; “bir Londralı Ingilizle bir Pencaplı Hintli arasındaki farktan büyüktür”.

Kokuşmuşluğun boy hedefi

Shakespeare’in çevresindeki yapaylıklara/yozluklara dayanamayarak iç dünyasına kapanan melankolik prensi Hamletti, toplumla uyuşmazlık içindeki yabancılaşmış aydının simgesi olarak kullanır Atay romanlarında. Cervantes’in, düş dünyasında yeldeğirmenleriyle simgelenmiş bir değerler sistemine karşı çıkarak erdemlerini korumaya çalışan ünlü pikarosu Don Kişot ise saf kimliğiyle bir aydın arketipidir onun metinlerinde. Hıristiyanlığın önderi İsa da, çıkargözetmez tutumu ve düzene karşı gösterişsiz direnişiyle bir peygamberden çok, bir ‘tutunamayan’ olarak boy gösterir Atay’ın ilk iki romanında. Evrensel olan yerel olanla iç içe geçer bu romanlarda.

Yozlaşmış bir düzende ‘tutunamamak’ ise ‘olumlu’ bir edimdir Atay’da; çıkar gruplarının, -günümüzün tanımıyla- ‘çetesek ilişkilerin dışında bir yaşam biçiminin göstergesidir. ‘Tutunamayan’; kokuşmuşluğun boy hedefi olan aydınlık insandır; düşüncelerinden ötürü egemen güçlerin yerden yere vurduğu kişidir; gündelik yaşamda ise, “kitap okumakla manav tarafından aldatılmaya engel olama(mamn)” (T. 334) çelişkisini yaşar; rant/prestij/güç çarkının dışında bir dünyanın adamıdır; somuttan çok soyut düzlemdedir.

“Tutunamayanlar” romanının iki tutunamayanından biri Turgut, “Yaşamak ölmek gibi değil,” der. “Daha çok tehlike karşısında insan. Çoğunlukta değiliz. Ezilebiliriz. Biz” (T. 343). Aynı romanın diğer tutunamayanı Selim ise, “Beni kötü yetiştirdiler. Annem de, babam da bana gerekli eğitimi veremediler. Yaşamak için,” (T. 561) diye yakınır. “Korkuyu Beklerken” öyküsünün ana kişisi ise, ona “yabancı olanlarla dolu, uçsuz bucaksız bir denizin ortasında yalnız başı(n)a kal(dığını)” (Korkuyu Beklerken/1988, 53) düşünmektedir. Atay’ın ‘böyle’ bir düzene tutunmaya karşı çıkan kişilerinin içinde en çarpıcısı ise, insanların arasında aykırı giysisi içinde tek sözcük söylemeksizin bir ‘turist’ gibi dolaşan ‘Beyaz Mantolu Adam’dır; bir tutunamayan ‘mittidir o; Atay’ın deyişiyle bir ‘disconnectus erectus’tur.

Atay’ın aydını, “Oyunlarla Yaşayanlar” başlıklı tiyatro metninin ana kişisi Coşkun’da toplumla uyuşamazlığını siyasal düzlemde yaşar. Yetmişli yılların aydın avı, Coşkun’un tümcelerindeki ‘korku’da yansır: “Biz aydınlar hep bu korkuyla mı yaşayacağız? Hep kapımız gecenin hangi saatinde çalınacak diye endişeyle bekleyecek miyiz?” (Oyunlarla Yaşayanlar 1985, 90). Tutunamayanlar’ın Turgut’unun tedirginliği albüm ise, düşünde, bir sistem korkusu olarak ortaya çıkar. Söz konusu düşte son derece canfi ve güçlü görünen Abdülhamit karşısında “saçlarının hemen hepsi dökülmüş, sırtı kamburlaşmış” (T. 303) olarak beliren Mustafa Kemal, romanın yayımlanmasından 26 yıl sonra bugün toplumda yaşanılan karabasanın kurgusal düzlemdeki bir öngörümü gibidir.

Atay’ın evrim geçiren aydını

Atay’ın aydın imgesi onun “Bir Bilim Adamının Romanı” adlı ‘biyografik roman’ metninin ana kişisi Profesör Mustafa İnan’ın kişiliğinde bir evrim geçirir. Yazarın aynı zamanda Teknik Üniversite’den hocası olan Mustafa İnan da farklı bir değerler dizgesinin insanıdır. Ancak, yazarın daha önceki aydınları gibi umutsuzluk içinde bir ‘ada’ya çekilmez. Toplumda uyuşmazlığını; iç hesaplaşmasının sonuna gelmiş, kendisiyle barışık insanın bilgece yaklaşımı içinde yaşar: “Sen de çok safsın derlerse, ben de onlara derim ki (…) Size göre kusur sayılan bazı yanlarımızı korumak istiyoruz.” (Bir Bilim Adamının Romanı/ 1975, 269) Egemen ölçütlere yenik düşme yerine, düzende tutunmayı engelleyen ‘saflık/içtenlik/dürüstlük’ gibi özellikleri bir madalya gibi göğsünde taşıyarak ilerler Mustafa inan yolunda.

“Bir Bilim Adamının Romanı”nın ana kişisi, Doğu ve Batı kültürlerinin kesiştiği bu coğrafyanın çoğu aydını gibi bir ‘kültür kargaşası’ yaşamaz. “Tehlikeli Oyunlar”ın Hikmet’inde olduğu gibi, “Doğudan alınan parçaları Batıya isyan (eden)” (TO 336), karşıt değerlerin kıskacında sıkışmış kalmış biri değildir Mustafa İnan. Rudyar Kipling’i çok sever; Goethe’den şiirler ezberler; Batının büyük bestecilerini hayranlıkla dinler. Ama Divan edebiyatı ve klasik Türk müziğine de aynı duyarlılıkla yaklaşır. Atay’ın bu son aydını, onun daha önceki aydınlarının marjinal özelliklerini ‘denge’ ve ‘hoşgörü’ filtresinden geçirerek yumuşatır; toplumu karşısına almaz. O bir ‘uyum’ insanıdır.

Mustafa İnan’da birey-toplum sentezini gerçekleştirir Atay. Ölümünden önce günlüğüne yazdığı son tümceler “Mustafa İnan” romanıyla ilgilidir. Yalnız bırakılmış avangard sanatçının, ölümün eşiğinde yaşadığı özgüven yitiminden izler taşıyan bu tümceler, onun çizdiği bu son aydın portresini yaratıcılığında bir dönüm noktası olarak gördüğünü belgeler: “Belki bir iki kişinin dediği gibi ancak kendini ve aklına nasıl geliyorsa öyle yazan biriydim. Oysa Mustafa İnan’da başladığım bazı değişik şeyler vardı sanki (…) Düşüncem geç gelişti, biraz geç başladım; biraz da erken bırakmak durumunda kalıyorum.” (G, 3.10.1997)

13.12.1977’de beynindeki tümör nedeniyle öldüğünde 43 yaşındadır Oğuz Atay. Önünde tamamlayamadığı üç ciltlik bir roman projesi vardır. “Türkiye’nin Ruhu” adını vermeyi tasarladığı bu dizide, Türk toplumunun kolektif bilinçaltını tarihsel bir evrim süreci içinde yansıtmayı, birey-devlet/birey-toplum ilişkilerini, bu metinlerde ‘malzeme’ olarak kullanmayı amaçlamaktadır.

Başarılı bir bilimadamı

Modernist edebiyatın en önemli kimi temsilcileri gibi bir teknik adamdır Oğuz Atay; inşaat mühendisidir; İstanbul Devlet Mimarlık ve Mühendislik Akademisinde topografya ve yol inşaatı dersleri veren; bir öğretim üyesidir.

Belki de, avangard edebiyatın ustalarından Robert Musil’in makine dalında eğitim görmesi ve kendi adıyla anılan bir renk çemberinin bulucusu olması bir rastlantı değildir. Ya da Elias Canetti’nin kimyacı olması, Hermann Broch’un matematikte yoğunlaşması, Max Frisch’in önemli konkurlar kazanan bir mimar, Umberto Eco’nun ise bir göstergebilim profesörü olması… Başarılı bir bilim adamıdır Oğuz Atay. Bir meslektaşı onun bu yönünü şöyle vurgular: “(Atay) ülkemizde hikâyeleri ve romanlarıyla tanındı. Tıpkı büyük matematikçi ve astronom Hayyam’ın rubaileriyle tanındığı gibi oldu bu.” (TRT Televizyonu, 13.12.1978)

Modernist edebiyatın titiz bir kurgu mimarisi gerektiren yapısı, teknik bir ön eğitimden geçmiş yazarın yaratıcılığını çok daha yatkın sergileyebileceği özellikler içermektedir. Roman artık geleneksel eğilimde olduğu gibi, yazarın, tezini destekleyebileceği çarpıcı/sürükleyici konular bulması ve bu konulan etkileyici söz sanatlarıyla süslemesi anlamına gelmemektedir.

Atay, 25.4.1970-3.10.1977 tarihleri arasında tutmuş olduğu günlüğünde, sayfalar boyunca yapı, biçim ve biçem sorunlarını tartışır kendisiyle. İnşaata başlamadan önce aylarca binasının tüm ayrıntılarını plana döken bir mimar gibi çalışır metinlerinin üstünde. İnsanın iç dünyasını, duyarlılıklarını, yaşamı algılayışını, özlemlerini, tutkularını, düş kırıklıklarım, bunalımlarını… dile getirmenin yollarını arar; ‘soyut’u ‘somutlaştırmanın, -Fethi Naci’nin bu bağlamda çok kullandığı bir deyimle- onu ‘ete kemiğe büründürmenin’ titiz bir ön çalışmasıdır bu.

Kurgulama edimindeki ana ilkesini belirlemiştir Atay: “İki ihtimal var(dır) – ya konular yanyana dizilerek, bilinen klasik düzen içinde verilir, ya da çağrışımlar serbest bırakılarak organik ve ruhsal bir gelişim gerçekleştirilebilir. (O), ikinci yaklaşımı, gerçeği bu biçimde algıladığı (…) için kendi(n)e daha yalan buluyor(dur).” (G. 1.5.1976) Özellikle “Tutunamayanlar” romanında uygular bu görüşünü Atay. Konusal bütünlük yerine Türk insanının kimliğini organik bir yapı içinde ele alır. Türk kültürü de, gelenekleri/tarihi/beğeni ölçütleri ve etik değerleriyle bu organik yapının bir parçasıdır.

Kimi yerde metnine “ilmihal” ya da “Hadisat” adım verdiği bir bölüm katar, Osmanlıca’yı parodi düzleminde kullanır, arkaik bir dille öyküler. Kimi yerde, Kutbay Çalıklar, Salgan Saçaklarla dolu, Orta Asya kokan bir başka parodi kesidi girer devreye. “Mini mini bir kuştum” tangosu “dejenere olmuştum” diye sürer metinde: İnsanların yığmaca kültürel değerlerle biçimlenmiş beğeni düzeylerindeki çarpıklık; ezbere dayalı, insana yabancı bir eğitim sistemi; din; cinsellik; Arapça dua edip kemiklerinin adı Latince olan (T. 106) insanlardaki kültürel kargaşa türünden, Türk insanının anatomisini oluşturan öğelerle dokur metnini. Konunun önemli olmadığı bir dilsel karnavaldır bu; renkli, çarpıcı, eğlenceli, şakacı… Ama, sonunda palyaçonun öldüğü, yaşam gerçeğinin eleştirel bilincin süzgecinden geçirilerek tüm çıplaklığıyla sergilendiği buruk bir karnaval… “Tutunamayanlar”, içerdiği montaj kalıpları ve tiyatro/şiir/deneme/gülmecenin iç içe girdiği ‘atektonik’ yapısıyla deneysel bir romandır; ‘grotesk’i kullanır; gerçeği teke tek anlatmaz, onu ‘yabanlaştırarak’ yeniden ‘biçimlendirir’. Atay’ın bu ilk romanı Türk edebiyatında da bir ilktir; modernist edebiyat anlayışının ilk bütüncül örneğidir; 667 sayfalık bir ‘biçim’ arayışının ürünüdür.

“Romanın bir ömür tüketmek işi olduğunu kavra(mıştır)” (G, 30.1.1976) Atay; “köylünün sefaleti, işçinin direnmesi ya da küçük burjuva aydınının bunalımı(nı)” (a.g.y.) pazarlayarak bir yere varılamayacağını bilmektedir. Oysa kendisi de sol eğilimlidir Atay’ın. Ama bu onun, “diyalektik gibi gerçekten büyük kavramların gerisine sığınan (bir) cüceler ordusundan” (a.g.y.) söz etmesini engellemez: Türk romanının en büyük sorunlarından biri “halka büyük doğrular adına yalan söylemekten kurtulamamaktır (…) kültürsüzlüktür, kötü romanları büyük sözlerle yutturacağını sanma yanılgısıdır.” (a.g.y.)

Böyle bir yanılgı içinde sürekli kendini yineleyen bir romancı grubu ile bunlara destek olan edebiyat adamlarını şöyle eleştirir Atay: “Herkes kendinden o kadar memnundur ki, bütün endişesi esnaflığını nasıl sürdüreceğidir, dükkânda mallar eksik olmasın, reklam da iyi yapılsın yeter (…) Sahte eleştirmenlerin koltuk değneklerine dayanarak yürüyenlerin, edebiyat reklam ajanslarının gürültüsüne kapılarak şartlananların dışında kalanların varlığına inanmak istediğim için yazıyorum bunları.” (a.g.y.)

Estetik anlayışı ve araştırıcı/deneysel üretimiyle, Türk edebiyatının o güne değin pek alışık olmadığı bir romancı tipi sergiler Atay. Tüm büyük romancılar gibi romancılığın bir yaşam biçimi olduğunu kavramıştır. 17.1.1976 tarihli günlük sayfasında yakınır: “Hiçbir şey yapmadım bir yıldır. Sadece ‘Oyun’u ikinci defa yazdım, o kadar.” ‘Bir şey yapmak’, ‘yazmakla, eşdeğerlidir Atay’ın günlüğünde; ‘yaşamak’ yazmak demektir. Gündüzleri araştırır; geceleri ise ‘düşlerinde’ sürdürür araştırmayı. 24.12.1975 tarihli günlük notunda, yazmayı tasarladığı roman dizisiyle ilgili “bir ipucu gör(düğünü) ” söyler düşünde.

Yaşamı, metinlerinin kurgusunu araştırmak ve estetize edebileceği malzemelerle ilgili bilgileri toplamakla geçer. Sürekli okur; Wittgenstein, Berne, Camus, Ahmet Hamdi, Halit Ziya, Freud (…) Toynbee” (a.g.y.)… Elias Canetti, Jacop Lind, Henry James, Joseph Conrad, John Barth, Paul Bailey, Henry Thoreau, Truman Capote, Oscar Lewis ve Belinsky’den söz eder; James Joyce’un “Finnegans Wake”inin önemini vurgular; Oswald Spengler’den yola çıkarak Avrupa uygarlığının ‘matematiği’ üzerinde düşünür (G. 10.5.1976); Fanon’un ‘lümpen proletaryası’ üzerine fikir üretir; ‘entropi’yi edebiyata taşır, “Kafka’nın dehşetinde bu entropiyi sezmesinin payı” (G. 22.6.1976) olduğunu bulgular. Dönemin, romancılarının çoğundan farklıdır. “Bu ülkede herkese kafa tutuyor” (G, 5.9.1976) gibidir.

Değer ölçütlerini kendi yaratan üst insanın/’dâhi’nin yalnızlığı içinde üretir Atay yıllar boyu; tepkisizliğin çıldırtıcı sessizliğinde yazdıklarına olan güvenini yitirir kimi kez; uzun süre kitaplarını basacak bir yayınevi bulamaz. Sıradışında yaratan, daha önce yapılmamış olanı yapan avangard sanatçının endişeleri, yalnızlığı ve umarsızlığı günlüğünde olanca çıplaklığıyla yer alır Atay’ın: “Neden yazdıklarımı anlamıyorlar, neden çevremde kimse yok? Belki de anlaşılacak önemsenecek bir şey yazmadım, yapmadım. ” (G. 30.1.1976)

Oysa o güne değin yapılmayanı yapmıştır Oğuz Atay Türk romanında. ‘Toplumsal öge’nin edebiyatta ana amaç sanıldığı bir ortamda, toplumsallığın, yaratılan estetik bütününün hizmetinde bir ‘malzeme’ olarak nasıl kullanılabileceğini Türk okuruna göstermiştir.

Özgünlüğün bedeli

Ne var ki, Türk edebiyatında özgünlüğün bedeli büyüktür. Çünkü özgünlük sanatsal boyutta, ‘biçim’/ ”yapı’/ ’kurgu’ olarak ortaya çıkar. Konusal düzlemdeki ‘sürükleyici’ gerilim öğesini içermeyen bu yapıtlar, yazara, yalan bir gelecekte medyatik ün sağlamazlar genelde. Ticari açıdan ise, satışı az olan kitaplardır bunlar. Başlangıçta yayınevlerinin kapıları Oğuz Atay örneğinde olduğu gibi, çoğunlukla bu kitaplara kapalıdır. Her şeyin maddesel ölçütlerle değerlendirildiği, para/ün/prestijin mihenk taşından geçirildiği bir ortamda ‘gerçek’ sanatçı, tüm bunan elinin tersi ile iterek, yalnızca sanatsal ilkelerin önderliğini de yaratan insandır; özellikle desteklenmesi gerekir.

Avangard yazarın, hangi nedenden ötürü olursa olsun önünün tıkanması, sanatın/edebiyatın önünün tıkanması demektir. Bu da, sanatın sürekli olarak kendini yinelemesine, bir kısır döngünün içine girmesine, ‘yozlaşmasına’ yol açar. ‘Edebiyatı yönlendirmek’ gibi son derece ciddi bir sorumluluk taşıyan eleştirmen ve yayıncıların, kendi edebiyat görüşlerine uymasa bile, yenilikçi yapıdan desteklemeleri, en azından onlara engel olmamaları gerekir.

‘Hayran’ bir okur kitlesi

Ölümünün üzerinden 20 yıl geçtikten sonra bugün, büyük yayınevleri tarafından basılan kitapları tüm kitapçıların en ön sıradaki raflarında yer alan ve kendisine ‘hayran’ bir okur kitlesi tarafından çevrili olan Oğuz Atay; ‘sanatsal’ öğeyi ana değer ölçütü olarak alan bir yazarın, getirdiği estetik yerleşik olanla çatışsa bile, er ya da geç hakettiği yere geleceğini kanılar bize. Edebiyat tarihleri ölümlerinden sonra devleşen Franz Kafka’ların, Georg Büchner’lerin öyküleriyle doludur. Estetik seçimleriyle, ülke edebiyatının ana ölçülerini biçimlendiren kimi güçlü yayıncı ve edebiyat adamının, avangard yazarı, Atay gibi umutsuzluğa itmemeleri, sanıyorum Türk edebiyatına yapacakları en büyük hizmetlerden biri olacaktır.

Son yılların en önemli ‘öncü’ romancılarından biri olduğunu düşündüğüm Hasan Ali Toptaş’ın, ‘anlaşılmıyor’ gerekçesiyle kitapları yayınevlerinden geri çevrildikçe, Oğuz Atay’ın günlüğündeki şu tümceleri çağrıştıran düşüncelerle dolduğuna inanıyorum: “Bazı insanlara sezgiler matematik kesinlikle söylenmedikçe, iletilmesi mümkün değildir” (G,30.1.1976). Ya da, “Bu kültür korkusudur (…) bazı solcuların modern edebiyattan, modern sanattan korkmasıdır” (G,25.3.1974). Ya da, “Yabancı kitapları kapışıyorlar, benden haberleri bile yok” (G, 30.1.1976) . Ya da, “Demiryolu Hikayecileri” öyküsünün sonunda dediği gibi, “Ben buradayım sevgili okurum, sen neredesin?”

Cumhuriyet Kitap, 19 Şubat 1998

Benzer yazılar

Aramak istediğinizi üstte yazmaya başlayın ve aramak için enter tuşuna basın. İptal için ESC tuşuna basın.

Üste dön